– Ne varsa ona koyuver.
– Yemek olarak?
– Boş ver yemeği.
– Belki salata? Mevsim salatası…
– Tamam.
Asıravbay bir kadeh dolusu votkaya uzun uzun baktı. Ağzına sürmeyeli birkaç yıl olmuştu. Çocukken sarılık geçirmişti, o meret karaciğerde bir iz bırakıyormuş mutlaka, bir zaman sonra ortaya çıkıp sızlatmaya başladı. Hekimin tavsiyesi: “Hayatın sana lazımsa içki içme…” Asıravbay şimdi kendisine ne lazım olduğunu bilmiyor. Lazım olan Caylıbay’ın yardımı, yardımıydı ancak artık yok. Ya hayat?.. Derin bir nefes aldı ve ağıyı içine çekiverdi… Hayat… Nedir hayat? İnsanların hayatı mı?.. Eğer öyle ise o vakit hayat da insanın kendisidir. Eğer insan hayatın kendisi ise… Yok, hayır… Hayat bütün dünyadır. Toprak, göl, bozkır, dağ, ırmak, okyanus, hava, dal, ağaç… Onun için bengidir. Kazakların “dünya yalan” demesi boş söz. Dünya yalan değil, insanın kendisi yalan… Dünya kendi biçimini korur, bozmaz. Lakin insan dönek, değişken. Öğleden önce gördüğün adamı öğleden sonra tanıyamıyorsun. O bugün söylediği sözü yarın unutup gidiverdi.
Asıravbay akşamleyin dünürünün evine ateş gibi yanarak geldi. Ev sahibi şaşkın…
– Dünürüm…
– İçtin dedi. İçmesem olmazdı.
– Dostunuzla mı?
– Dost… Hangi dost? Dost nedir? Ne zaman, kim icat etmiş onu? Her şey yalan… Evvelce belki her şey gerçek idi fakat bugün yalan… En iyisi doldur, dünür.
– Hay Allah, tamam dedi aklı kızıllı iki üç şişeyi alıp koştu.
Yüz gram içtikten sonra Asıravbay gözyaşlarına boğuldu. Sebebi açıktı: İnsan yalan imiş demek. Yalan değilse dünkü Caylıbay nerede? Dünkü Caylıbay bugün neden başka Caylıbay? Niye bozuldu, niye kokuştu? Yoksa et yüreğini, yumuşacık bağrını aldırıp yerine demir yürek, taş bağır mı koydurdu?
– Öyle bırakmayın kendinizi, dünür dedi dünürü teskin ederek. Her şey bir Tanrı’nın elindedir.
– Tanrı’nın elinde… Peki, adaletin iyesi kim? Var mı? Varsa niçin nasibimiz eşit değil? Niye birileri sürekli yükselerek, birileri de sürekli alçalarak göçüp gidiyor bu dünyadan? Niçin Caylıbay, Almatı’daki gösterişli bir binanın başköşesinde, ben ise kör itin öldüğü yerdeki Kökmoynak’ın odu ile külündeyim? Kökmoynak avılı diye diye kendini bildi bileli çarık eskiten, eteği gözyaşı ile dolan benim ve benim başımda şu kötü şapka; onun başında ise parıldayıp duran baht… Tanrı diyorsunuz… Tanrı’ya ne yaptım ben?
Benim suçum, enstitüyü bitirdikten sonra şehirde kalmayıp avıla dönerek Kökmoynak’ın çocuklarını okutayım, canım sağ olursa Kökmoynak’ta Bolşeviklere karşı çıkıp kızıl askerlerin kılıcıyla vefat edenler için anıt dikeyim deyişim mi?
– Galiba kimisi başkasının mutluluğu, kendi mutsuzluğu için doğuyor, deyiverdi Asıravbay sonra. Eğer benim alnıma yazılan ikincisi ise razıyım. Koy azıcık, dünür.
Ev sahibi kadehi doldurdu.
– İşiniz rast gitmedi sanırım…
– Rast gitse böyle oturur muydum? Uçardım uçar, Kökmoynak’a doğru uçardım. Asıravbay kadehi tokuşturmayı bile beklemeden dikti başına: Ne kadar ilginç, baksanıza dünür. Bugün düşünüyorum da sürekli Caylıbay ilerliyormuş, ben ise hep geride kalıyormuşum. Bakın ne kadar ilginç.
Asıravbay içini döktü iyice:
– Caylıbay’ın benden neresi artık idi? Ayyaş Botaş’ın da dediği gibi gökten zembille inmedi ya. İkimiz de sığır çobanı oğluyuz. Yünü didik didik olmuş yamalı yorganın altında birlikte yattık. Bitimizin sayısı da bir olurdu. Yediğimiz aynı yemek. Ancak sürekli onun yıldızı parlıyor. Çocukluğundan beri öyledir. Çocukken yaz boyu tırpancılara yardım ederdik. Çalışma günümüz de var. On on iki yaşlarındaydık tahminen. Bir gün Caylıbay dağdaki alaçığa bağsız, burnu küt, ele alınca yaylanıp duran bir lastik ayakkabı getirdi. Evvelce gördüğümüz bir şey değil. “Bu ne, iskarpin mi?” diyoruz. “Bot…” diyor Caylıbay. “Su geçirmiyor.” Bıldır ablası demir yolu istasyonuna kocaya varmıştı, “Güz çamurunda giyersin…” diyerek o satın alıp getirmiş. Caylıbay bize gösterip övünmek için evinden gizlice çıkarmış onu. Çok heveslendik. Sırasıyla giyip bakıyoruz, sırasıyla giyip yürüyoruz. Yazın en sıcak günleri. İki üç gün ya geçti ya geçmedi, ayağımız sasık sasık kokmaya başladı. Meğerse bot dediğimiz sıcak havada ayağı terletip kokutan bir bela imiş. Denemediğimiz ilaç kalmadı. Nihayet katık şifa oldu. Oldu olmasına ama Caylıbay’ın ayağı tamamen iyileşti, benimki ise azalmasına rağmen tam iyileşmedi. Ne korkunç bir şey! Onun sürdüğü katığı ben de sürdüm. Kalınlığı da aynı idi. Onunki geçti, benimki kaldı… Yine bakın, beşinci sınıfta okurken temriye belasına uğradık. Kafa derimiz tamamen lekelerle dolu. Kükürt serptiler, tavulga yağı sürdüler olmadı; geceleyin iki elimizle başımızı dalayarak yatıyoruz. Nihayet analarımız çaresiz ilçe çocuk hastanesine götürdü bizi. Koyulan teşhis çok ürkütücü: kellik. Tam olmamışız ancak böyle devam ederse olurmuşuz. O yetiyormuş gibi bir de temriye bulaşıcı bir illet imiş. Dolayısıyla Kökmoynak’tan gelen kafa derisi kızıl ala dört oğlan, üç kızımızın başı önce elektrik akımı ile yakıldı, sonra ak gazlı bezle sarılıp alçıya alındı. Birkaç gün sonra başımızın küçüldüğünü görünce, daha doğrusu alçının baskısıyla kavlayan illeti, önünü makasla keserek başımızdan sıyırıp alınca aklımız başımızdan gitti; kafa derimiz deri değil, pelteleşmiş kıpkızıl et… Uzun sözün kısası, bu kıpkızıl et, sonraki tedavinin ardından kara kabuk bağlayarak iyileşti ve yeniden deriye dönüşüp kafamızda saç çıktı. Caylıbay’ın başı yassı kavun gibi uzundu, benim ise tepem sivriydi. Allah nasip etmeyecek ya, benim eski sık saçım, ilkyazda biçilip güze değin gün altında yatan ve çoğu yele savrulan ot gibi seyrekleşti; Caylıbay’ın çölün sorguç otu gibi seyrek eski saçı ise sık ve dalgalı bir şekilde çıktı. Başının yassı kavun biçimindeki uzunluğu da fark edilmez oldu. Benimkiyse, işte, eskisinden daha sivri bir biçim aldı. Başının üstünü ev sahibine gösterdi: Neden? Neden Caylıbay’ın işi sürekli rast gidiyor da benimki niye geri gidiyor diyorum.
Ben de hiçbir şey anlamadım dercesine omzunu kaldırdı ev sahibi.
– Sekizinci sınıfı bitirdiğimiz yıldı… Asıravbay konuşmasını kaldığı yerden sürdürdü: Beni şeytan dürttü. Her hâlükârda öğretmen olacağım hayalinden olsa gerek, öğretmen okuluna girelim diyerek Caylıbay’a aman vermedim. O vakitler şehri kim görmüş, karmakarışık bir dünya… Babamın verdiği adresle, gün boyu yürüdükten sonra amcasının kızının evini güç zorla bulduk. Akşam yemeği yerken ablamız “Paranız varsa evvela güzelce bir giyinin, yoksa bu kılığınızla milleti ürkütürsünüz.” dediği için ertesi gün alışveriş merkezine gittik. Orada ilk gözümüze ilişen, alışveriş merkezinin pencereleri önünde duran iri iri kız mankenler СКАЧАТЬ