İlim adamı bu dizeleri yirmi sene sonra yazdı. Yirmi yıl önce Ak Göl kıyısında gece yarısı ateşin karşısında otururken o bu kararı vermişti. O gece ateşin başında Rıskul topuklarının üzerine çömelmiş, kömürleşen odunları karıştırırken buz dağının merhametini uyandıracak sır dolu ve öfkeli şarkıyı mırıldanıyordu.
“Zenginlik peşine düştüm on yaşımda,
Çekerim ağır kurşundan,
Su koysan sırtına dökülmezdi,
Kendini bilmez o da bir gün rahvan atından”.
– Konusu ne? diye, sordu ilim adamı.
– Sinsi yaşam, kısa hayat, uzaklardaki doğduğum yer hakkında, dedi Rıskul.
– Sizin doğduğunuz yer Talğar değil miydi?
– Çimkent. Tülkibas’ı duyanlar, orada Aksu-Jabağılı’yı bilir!
– Ha-a-a? Aksu-Jabağılı? Bilirim, bilirim. Bilim adamının iki gözü önünde yanan kıvılcım gibi parladı.
“O, doğasına kurban olduğum Aksu-Jabağılı! Seni Petersburglular da tanıyormuş ya!” diyerek Rıskul müteessir oldu.
Ertesi günü Rıskul Dmitriyev’i Talğar’ın en yüksek zirvesi olan “Bagatır’ın” (Bahadır) parıltılı buzullarına götürdü. Yukarıdan baktıklarında aşağıdaki oyukta otlayan yaban dağ keçileri açıkça görünüyordu.
– Biz yabanlardan da yükseğe çıktık sanırım, dedi Rıskul.
Yükseklere tırmandıkça nefes almak güçleşiyordu. İlim adamının adımları yavaşladı. Başı dönerek, gözleri kararsa da, o ölüm kalım mücadelesi içinde defterine bir şeyleri not etmeye devam etti, yazdıkça yazdı.
“Rıskul” diye seslendi bilim adamı nefes almakta zorlanarak, “şu aşağıdaki yaban keçilerinin otladığı vadi artık senin adınla anılacak. Bütün ilmi eserlerde oranın adı bundan sonra “Rıskul Vadisi” olarak anılacak. Esik nehrinin başladığı yer” dedi.
– Adım kitaba yazılacak kadar kimim ki ben, hangi âlim mişim? diye soran Rıskul bir şey anlamamıştı.
– Hayır, kardeşim, bir bilim adamı için senin geçen emeğin ve desteğin bir alimin emeğinden az değil. Senin emeğin sadakattir.
– Böyle bir emek için hiç olmazsa, bir dağ keçisi vurup dönelim, diyen Rıskul’un keyfi yerine gelmişti. Emeğinin farkında olanı kim sevmez?! Şu Rus’a yaptığı hizmetin kaç mislini o ömrü boyunca Davılbay ve Saymasay’a defalarca yapmıştı. Onlar Rıskul’u neden fark etmiyordu? Onun emeğine verdiği kıymet nerede? Fakat şu Rus bilim adamı iki-üç gün yol gösterip, refakat ettiği için ona “adını coğrafya tarihine yazacağım” diyordu.
O yolculukta Rıskul kendi adını taşıyan vadiden bir yaban keçisi de avlamıştı.
O zamandan buyana tam bir yıl geçti. Rıskul kendi vadisine tekrar dönmüştü. Vadiye “Rıskul” adı verildiği için kendini özel mülküne gelmiş gibi hissediyordu. Oradan artık kendi özel geyiklerinin birini avlayarak dönmek istiyordu.
Fakat şanssızdı. Geçen yılki bolluk bu sene yoktu. Havada geyik kokusunu hissetmiyordu. Gün boyu su başında pusuya yattı, geyik görünmedi. Ayak izleri de eskiydi. Yakın zamanda suya inmedikleri belliydi.
Dinlenerek yolda iz sürse, belki bir av denk gelirdi, lakin Turar için endişelenmeye, tayına gem vurulmuş kısrak gibi sabrı tükenmeye, kendi kendine huysuzlanmaya başladı. “Lanet olsun, Saymasay için geyik avlar dönerim diye düşünürken, oğlum kim bilir ne halde? Allah kahretsin, geri dönmeliyim. Yolda atıma sürüden bir kara koyun atar dönerim. Ne olacak, en fazla Sibir’e sürerler” diye mırıldandı.
Derken tüfeğini sürüyerek, aşağıda bağlı bıraktığı atına doğru yönelmişti ki bir hayvanın avuç içi büyüklüğünde izini fark etti. “Pars!” diyerek birden irkildi, tüm vücudu buz kesse de yürümeye devam etti. Anında kendini toparlayarak, gördüğü izi bir müddet sürdü. “Karşıma bir çıksa, avlayabilsem, benekli parsın derisi bolıs için kıymetli bir hediye olmaz mıydı?” diye düşündü.
Dağ sakin, zirve kar ve buz kaplı. Uyuşuk taşlar. Hayat belirtisi yok. “E, gitmiş olmalı uyanık. Geyiğin izini sürüyor olmalı. Bu yüzden geyik suya inmemiş ürkmüş olmalı. Pars ürkütmüş anlaşılan”.
Çalılar arasında bir şey kıpırdar gibi oldu. Gözlerini ovalayarak, hayal gördüğünü sandı. Tam da önünde kapı ve başköşede gerilmiş gibi görkemli bir pars duruyordu. Baş eğecek gibi değil, “gelirsen gel” der gibi dikiliyor.
Birbirlerine çok yakınlardı. Yerinden kımıldasa pars yanında bitecek gibiydi. Ama sıçramadı. Tok olsa gerekti. Altın renkli benekli tüyleri pırıl pırıl parlıyordu. Ayrıca tüyleri yeni uzamışa benziyordu. Savaşçı sultan duruşu, gerçek bir asalet.
Pars Rıskul’a bir süre uyuşuk halde baktı. Avcı tüfeğini kaldıracak olsa, sanırım mermiden önce sıçrardı.
Avcı önceleri yüreği ürperse de, paniğe kapılmadı. Eğer doğrudan kaçsaydı kurtulamazdı. Pars insanın tabanını görsün yeter ki, hemen cesarete gelir. Gücü böyle ortaya çıkıyor derler.
Rıskul savaşçıya gözlerini dikti, efsunlanmıştı. Gözünü o an kırpsa tehlikedeydi. Tek başına dağ, taş dolaşırken birçok zorluk yaşamıştı. Ayı ile de boğuştu, sürü halindeki kurtların arasında da kaldı. Onların hiç biri bu kıyametin yarısı kadar bile olamazdı. Bu gerçek bir sınav olmalıydı. Yüz veya ağzının bir kenarı seğirip, en ufak bir korkuyu hissettiğinde pars ok gibi fırlamak için hazır bekliyordu. Ne kadar pehlivan olsan da, bu erkeğin karşısında dayanabilmek mümkün değil. Bu savaşçı bir çarpmayla ağır bir devenin belini bile kırar.
Aşağıdan Tibet kekliklerinin sesi duyuldu. Pars’ın bir kulağı hafifçe kıpırdar gibi oldu. Az önceki keklikler tekrar gıdaklayarak, kanyonun bir yamacından diğer yamacına doğru uçmaya başladı. Üstlerinde buzulların zirvesi. Yardıma gelecek kimse yok. Rıskul belaya kalsa, onu kim arayacak? Diğer yandan Talğar’ın bu kadar yükseğine kadar tırmanabilen hiç kimse olmamış. Dmitriyev ise uzaklarda. Kısa bir zamanda Rıskul’un aklından neler geçti, neler? Başına bir hal gelse, kurda kuşa yem olacak, kemikleri her yere dağılıp defin bile edilemeyecekti. Geçen yıl gelen bilim adamı vadiye Rıskul’un adını vermişti. Sebepsiz yere gitmese ne olurdu ki, Rıskul’un vadisi ne yapsın, Rıskul’un kazılmamış mezarı olacak.
Birbirini efsunlayan bakışlarla kritik anlar geçti. Bir ara Rıskul dayanamayarak:
– Hey, benekli dedi, yavaşça. Ben sana zarar vermeyeceğim. Git, git hadi!
Pars Rıskul’dan bakışlarını kaçırdı. Fark ettirmeden, yaprak ve çalıları hışırdatmadan, pamuğun СКАЧАТЬ