– Allah kahretsin geldiler, diyerek yerinden fırladı. Karanlıkta bir şey arıyordu, beni de kaldırdı. Bu arada dışarıdan geçen biri:
– Hey Çodon, hey Elebes, diyerek yol işçilerinin ismini sırayla sayıp onları uyandırmaya çalışarak durmadan devam etti. Tezek kokan, karanlık ahırda eyerlemiş hazır bekleyen ata binerek biz de geç kalmadan yola koyulduk. Ben Burmake ananın kabanını giymiştim, kaban ayaklarıma kadar geliyordu. Ata bindiğimde ucu ayaklarımı sardı.
İşte böylesi karanlık ve fırtınalı gecelerde kulakları çınlatan bu zil sesi, zavallı yol işçilerinin kalbini birçok kez sızlatmış, onları sıcak yataklarından, tatlı uykularından uyandırmıştır. Yaklaşmakta olan postacıya atımızı koşturarak zar zor yetiştik. Biraz geç kalsaydık belayı bulacaktık. Kar nerdeyse mızrak boyu kadar yağmıştı. Böyle zamanlarda atlarının hepsini peş peşe koşarlardı. Her zamanki gibi postacının kızağına atlarımızı bağlayarak devam ettik. Bakın şu kötü niyetli adamın yaptığına. Aslında postacının kendi atları bizim atlarımız olmadan çıkabilirmiş bu geçitten. Postacının atları meğer bizim atlardan güçlüymüş, bizim üzerimize çıkacakmış gibi yürüyorlar. Ne yapalım? Yapacak bir şey yok. Efendinin işi, Allah’ın işiymiş. Efendi olarak yaratılmışsa, başka çare var mı? Geçidin tam ortasına gelince Elebes amcamın bindiği doru at, ilerleyemeyip yerinde kaldı. Beyşembi, zavallı hayvanı bugün Başarin’in işi için binmiş, yorulmuştu. Postayı getirmekte olan efendi atın yürümediğini görünce kızaktan zıplayarak indi ve Elebes amcamı yanına çağırdı. Elebes amcam kızağa bağlı olan atını çıkardı ve kalın karda zar zor yürüyerek efendinin yanına gelene kadar, efendi sanki bir şey yapacakmış gibi elini yukarı kaldırıp bekledi. Adam, Elebes amcama bir tokat attı, amcam atından düştü. İş bununla bitse neyse, adam amcamı yeni yağmış kara batırarak, üzerine bastırdı, tekme tokat girişti. Posta gelmeden önce yol işçileri hazırlık yapıp beklemezlerse görecekleri buydu. Önceden beri böyle devam ediyordu. Bu durum, yol işçileri için ömür boyu sürmesi gereken bir kanun gibiydi. Nazır da dün kötü atıyla gidip efendiden dayak yiyip dönmüştü. Biz postayı geçitten geçirip sabaha doğru eve döndük. Ertesi gün bir felaket oldu. Komşumuz Baybolot, “Beyşembi, Allah kahretsin, bizim sığır ile sizin sığırı Isık Göl’e sürmüşler,” diyerek koşarak geldi. Baybolot, kırk yaşlarında, kısa boylu, sağlam vücutlu bir adamdı. Çekik gözleri kaşlarıyla kaplanmıştı. Yüz kere kamçı vursan da aldırmayan, karnı büyük bir ala aygırı vardı. Bu aygırın nasıl “koştuğunu” şundan anlayabilirsiniz. Bazen oğluna kızdığında, onu yakalamak için aygırına binip kovalardı. Ancak aygır yaya kaçan oğluna bile yetişemezdi.
Şimdi deminki olaya dönelim. Olay şöyle olmuş. Bundan birkaç gün önce Cıluu Bulak’ın kenarında birkaç ahmak boza içip, sarhoş olurlar. Bunlar sarhoş olunca insanlıklarını unuturcasına bir kavgaya girişirler. Karımbay isimli bir zenginin oğlu, yoldan atla geçen birinin başına sopayla vurur. Dayak yiyen adam o gününü yatakta geçirir ve gece yarısı ölür. Bunu öldüren ise bizim Boor kabilesinden. Ölen ise Capak kabilesindendir. O, ölür ölmez kabilesinden birçok insan “Kanımızı yerde bırakmayız,” diyerek toplanırlar ve sabaha kadar Boor kabilesinin atlarını alırlar. Ertesi gün iki tarafın büyükleri toplanıp işi tatlıya bağlarlar. Sonunda Boor kabilesi Capak kabilesine birer büyük baş hayvan vermek zorunda kalır. Dava bununla kapanır. O gün bizim sığırımızı sürüp gitmeleri de bundanmış. Baybolot demin koşarak girdiğinde Elebes amcam tütününü eline tutmuş oturuyordu. “Ne diyorsun, kahrolasıcalar?” dercesine gözlerini fal taşı gibi açarak Baybolot’a bakakaldı. Burmake ana olayı anlayınca, “Tek inekle öküzümüze göz dikiyorsan, çocuk çoluğunun gününü görme. Yetimlerin vebali uyutmasın, inşallah,” diyerek beddua üstüne beddua etti. “Atlar tepişir, arada eşekler ezilir.” dedikleri gibi karnı tok insanların yaptıklarını aç insanlar çekiyordu.
Bu olayla bizim hiç alakamız olmazsa da, Canımcan bize bakarak, “Kahrolası yetimler, Allah belanızı verdi!” diye kötü kötü baktı. Bu sözü hangimiz için söylediğini anlayamadık, tüm yetimler için söylenmişti galiba.
– Elebes amcam, kahrolası dünya. Neden bakmadınız, diyerek, sanki dayaktan kurtulan köpek yavrusunun çıkardığı gibi ince bir ses tonuyla olayı daha beter abarttı. Baybolot ise geldiği gibi kapı eşiğinde bekliyor, bir şeyler düşünüyordu. Bir süre sonra da, “Ben değerli kul muyum? En iyisi gidip onların ellerinde öleyim.” diyerek çıkıp gitti. O çıkar çıkmaz Elebes amcam, “Yatarak ölmektense bir kere vurarak öl derler, sen de varsana.” dedi Beyşembi’ye bakarak. Sonra da memnuniyetsiz bir şekilde başını çevirdi.
– Giderim. Gitmezsem başımın etini yersiniz. Bilmez miyim? Öyle olmaktansa…
– Beyşembi sığırın peşinden Isık Göl’e kadar gitti. Fakat aradan iki gün geçmeden, “İneklerini geri almaya giden Beyşembi’yi Isık Göl’de dövmüşler,” diye duyduk. Ekâbirler “Sen nerden çıkan belasın?” diye onu birkaç kişiye dövdürmüşler. Beyşembi bugün yanında bir adamla geldi. Yanındaki şu adam bizim bildiğimiz amir Karabay. Başımıza yeni bir bela sarmak için gelmiştir. Beyşembi, ineklerle ilgili haberi verdikten sonra biraz durakladı ve “Beş som vergi vermemiz lazım, şimdi nerden bulacağız?” diyerek Elebes amcama baktı. Bur-make ana:
– Ne vergisi, vergiyi daha dün vermemiş miydik? Bu sefer hangi bela çıktı karşımıza, dedi ve kimsenin yüzüne bakmadan devam etti. Lafın kısası ekâbirler vergiden gözümüzü açtırmıyorlardı. Yetimleri doyurmak için beslediğimiz ineğimizi götürmeleri yetmezmiş gibi, şimdi de dışarıdaki yalnız çolağa göz dikmişler, dedi.
– Başköşede eskimiş kilimin üzerine oturan gök gözlü amir elinde tuttuğu küçük ağaç parçasını ocağa attı ve Burmake anaya cevap verecekmiş gibi duruşunu düzeltti.
– Hey koca karı halkla beraber çekmek gerek. Halk birliğinden çıkmak olmaz, dedi ağır bir sesle, sanki akıllı bir insan gibi.
– Halkımızda “halk birliği” diye bir şey kalmadı. Bir yandan amir, diğer yandan ekâbir, efendilerin sürekli istemeleri, halkın da sabrının sonuna geldi nerdeyse. Biz şimdi nereye gidip hayatımızı geçirelim? Başımızı nereye sokalım? dedi Burmake ana çekingen gözleriyle amire bakarak.
Beyşembi ertesi gün sabahın köründe amirle birlikte vergi parasını bulmak için Vasiliy’in evine gitti.
VIII
Hayvanların ota doyduğu günlerdi. Dört beş çadır kadar insan, kışlaklarından yaylaya taşınmışlardı. Karpık’ın çadırından başka herkes aynı yerdeydi.
Karpık, Kızıl Kıya’nın en zengin adamıdır. Yıllardır buranın en zenginlerindendi. Bahar gelince hemen halktan ayrılır, onlardan uzak, tenha bir yere yerleşirdi. Eskiden beri yol işçileri ile bir yakınlık kurmamıştı. Karpık kırk yaşını geçmiş, kırlaşmış keçi sakallı, gözlerinin derinlerinden kurnazlığı okunan, sevimsiz sarışın birisiydi. Ona bakıldığında “İyilik СКАЧАТЬ