Benim içeri girdiğimi kimse fark etmedi. İçeri geçip Urmambet’in yanına oturdum. Urmambet yanında, sağ tarafında oturan bana bakarak, “Kurban olduğum, ölmezsen sen de büyür insan olursun.” diye kocaman, ağır elleriyle yavaşça alnımdan okşadı. Bu sözü neden söylediğini anlamadım. Ama yine de bana ilgi göstermesine sevindim.
Bu arada Burmake ana başını dumandan çevirerek Urmambet’e baktı.
– Hey kurban olduğum! Nahiye Müdürünün atına binmişsin, bu nasıl iş? Birinin bedduasını alırsın. Dosta göre düşman çok, derler. Öyle yapma, tövbe de, dedi yumuşak bir sesle ve iyi niyetle. Urmambet bu sözleri dikkate bile almadan:
– Elimden gelse onlara bundan daha fazlasını yapardım, dedi. Deminden beri sesini çıkarmayan Elebes amcam, bu sefer söze karıştı.
– Bunca insan arasından Ibıke’nin atını almışsın. Herkes, “Bunun gibisini görmemiştik.” diye senden bahsediyor. Bunun sonu sana iyilik getirmez.
– Urmambet bu sözlere de kılını kıpırdatmadı. Tam tersi bu sözler üzerine cesaret almış gibiydi.
– Bana başkaları değil, Ibıke’nin kendisi lazımdı. İntikamımı aldım. O da elinden geleni arkasına koymasın. Benim için fark eden bir şey yok, dedi.
Bu yaptığın kibirlilik olmaz mı, dercesine Burmake ana düşünceye daldı ve biraz sonra, “Kurban olayım, kısacası dikkat et. Halkın bedduasına kalmak iyi değildir. Uzun yola çıkıyorsun.” dedi. Urmambet Kızıl Kıya’da sadece bir gece kaldı. Sabah vakti. Bugün sanki sonbaharın habercisi gibi hava serindi. Ağaçların yaprakları daha çok dökülüyordu. Yerde kırağı vardı. Gökyüzündeki koyu kara bulutlar daha da karararak, saldırır gibi aşağıya iniyorlardı.
Urmambet atına binmiş, hazır bekliyordu. Biz, hepimiz dışarıdaydık. Komşumuz Baybolot öbür taraftan bizim eve doğru geldi ve gözlerinin çapağını temizlerken “Selametle!” dedi sertleşmiş büyük ellerini Urmambet’e uzatarak. Hemen peşinden de, “Askere ne zaman gidiyorsun?” diye sordu. Urmambet hafifçe eyerden kalkıp ata düzelerek oturdu ve geniş göğsünü yukarı kaldırıp ok gibi gözleriyle uzaklara bakarak: “Buradan Karakol’a gider gitmez gönderirler.” dedi. Kamçısını eline alıp atına bir vurup hareket etmeye çalışırken, Burmake ana boğulmuş sesiyle, “Sağ salim git, kurban olayım sana. Allah yolunu açık etsin!” dedi. Yaşlı Burmake ana, gözlerinden akan yaşlar yüzündeki kırışıktan aşağı akarken eliyle siliverdi. Urmambet ise cesaretle kamçıyla atına bir kez vurarak yola koyuldu. Uzaklaşırken bir köşeyi döndü, ondan sonra sanki ömür boyunca kaybolmuş gibi oldu. Herkes içeri girdi. Ben yalnız kaldım, o tamamen kaybolana kadar peşinden baktım. Onun silueti tamamen kaybolduktan sonra içeri girdim.
Beyşembi ile ben öğlene doğru odun getirmek için kahverengi öküze binerek dağa gittik. Giderken her zamanki gibi Beyşembi bağıra şarkı söylüyor. Böyle durumlarda tekrar, tekrar söyleyeceği bir şarkısı vardır. Bu şarkı benim kulaklarıma da sinmişti:
“Güzele, güzel derlermiş,
Güzelliği yok olsun.
Âşık edip kendine çile çektirir.
İyiye, iyi derlermiş,
İyiler de yok olsun,
Yalvartır çile çektirir…”
Beyşembi bu şarkıyı söyledikçe iyiler ile ilgili söylenen son üç satırın anlamını anlamayarak, acaba “Yalvartır çile çektirir.” ne demektir, der düşünürdüm.
VII
Kış. Çok soğuk, ayazın en şiddetli olduğu günlerdi. Henüz yatmamıştık. Nerdeyse gece yarısı olmuştu. Ailecek evde, ocağın etrafına toplanarak ateşte ısınmak için sıkışmış oturuyorduk. Benim bir dizim ateşten tarafta değil de, dışarıda kaldı. Keşke bağdaş kurmadan otursalar ne güzel olurdu. Başarin sigara içmek için bizim evi kullanırdı. Çünkü hanımı onun sigara içtiğini bilmezdi. Şu an diğerlerinden önemliymiş gibi o da oturuyordu.
– Kırgızların evinde insanın önü ısınıyor, arkası üşüyor, dedi.
Anne, babasının çoktan öldüğünden bihaber zavallı Bekdayır, gözyaşlarını akıtıp, yiyecek bir şey istiyordu. En küçüğümüz Bekdayır’dı. Onun dışındakiler, az çok bir şeyler anlıyorduk. Canımcan yengenin (Beyşembi’nin hanımı) huyu önceden de böyleydi:
– Ağlama, gözleri kör olası! Sana sürekli bir şey verecek kadar çok şeyimiz yok. Evde yiyecek çok mu zannediyorsun, diyerek, ateşte ısınmakta olan maşayı alıp Bekdayır’ın ayağına vuruverdi. Neye uğradığına şaşıran Bekdayır çığlık atarak, ayağını çekti. Burmake ana:
– Kahrolası dünya! Kanışa (annemizin adı) beni diri diri azaba bırakmış, diyerek Canımcan’a baktı.
– Her şeye karışmayın. Ben bunların anne babasını borcuma mı verdim, diyerek Canımcan soğuk yüzüyle Burmake anaya baktı. Zaten içi sıkılmış, hayatı hep çilelerle geçen Elebes amcam ise, “Kahrolası dünya, kahrolası dünya” diyerek daha beter olayı abarttı. Yırtık gömleğinden giren soğuğu elleriyle kapatarak ağlayan Bekdayır’ı gören Başarin “Hey zavallı.” dedi acı dolu bir sesle. Sonra da başını geri çevirerek başı kırık olan eyere baktı. Başarın’in o bakışından hayatımızın zorluğu anlaşılırdı. Fakat bu onun sadece sözle “acımasıydı” galiba. Oysa bu kadar zenginken bir kez olsun bize hayrı dokunmamıştı. Biz yaz kış demeden Başarin’in bütün işlerini karşılıksız yapardık. Baharda ot biçerken, ekin ekerken, kışın avlusundan karı temizlerken ben hep yardım ederdim. Kışın sonlarında, bahara doğru tosunlarını otlatırdım. Ne kadar yardım edersem edeyim bana eski giysilerini bile vermezdi. Bu yıl oğlunun bir deri kemerini uzun süre isteye isteye ancak elde ettim. O da babasına tekrar tekrar danışarak zar zor verdi.
Canımcan ise yaz kış demeden sabahın köründe kalkıp sığırlarını sağıyordu. Yetmiş seksen kadar sığırı sağmak kolay mıydı? Bunların çoğunu sağan Canımcan. Sığır sağmakta olsun, başka işlerde olsun Canımcan’dan usta kimse yoktu. Tez canlıydı, çok uyanıktı. Bu başarısıyla Başarın’in gözüne girmişti. Sığırlarını sağmasının karşılığında, Başarin’in Canımcan’a verdiği sadece yağı alınmış, yağsız bir kova süttü. İşte bu bir kova süt için sadece Canımcan değil, hepimiz Başarin’in gözlerine bakar, istediği her işini yapardık. Başka çare yoktu. Çünkü bu evde yaşayan kalabalık aileyi açlıktan öldürmeyen işte bu bir kova yağsız süt idi. Bir kova süte bir kova su katardık. Bu bize iki kova ayran olurdu.
Başarin’in ailesi bu yıl Canımcan’ın yaptığı işlerden memnun kaldıkları için, onun oğlu Cumabek’e eski bir kaban vermişti. Geçenlerde Başarin’in СКАЧАТЬ