Fakat çoktan beri yağmur yağmıyordu. Bozkırın düzlüğünde gidiyorduk. Bizim gittiğimiz yolda Başarin’in sürü sürü sığırları otlanıyordu. Sığır çobanı havaların kapalı olmasına rağmen akşam olduğunu anlamış ki, uzun kırbacını eline alıp arada bir ıslık çalarak sığırları sürmeye başladı.
Elebes amcam eskiden beri aceleci ve olur olmaz şeylere üzülen bir adam. Bindiğimiz doru kısrağın karnına ara sıra ayağının arkasıyla vuruyordu. Bu arada bir şeye üzülmüş gibi kendince bir şeyler mırıldanıyor. Biz bu şekilde sessiz ilerlerken yüzünü buruşturarak, doğuya doğru bakarak: “Allah’ın yağmuru da yağmaz oldu.” dedi. Ben sesimi çıkarmıyorum. İki tarafıma bakınıyorum. Elebes amcam kısrağın karnına bir tekme daha atıyor.
– Allah’ım bizi neden bu kadar çileli yarattın, diyor.
Elebes amcamın eskiden beri dillendirdiği buna benzer serzeniş ve şikâyet dolu acı sözlerine alışmıştık. Herkes alışık olduğu için onun konuşmalarını kimse umursamazdı. Yüzü acı bir ilaç içmiş gibi buruşmuş şekildeydi. Sakalları ağarmıştı, yaşlı biriydi. Fakat ben, bu adam neden böyle diye, söyledikleri acı sözlerin nedenini arar, anlam vermeye çalışırdım. Olur, olmaz şeylere üzülmeye başlayınca, Burmake ana: “Yine mi söylenmeye başladı? Bir gün şöyle bir rahat yüzü göreceğimiz gün olur mu acaba?” derdi.
Vasiliy’in evine gün batmak üzereyken geldik. Vasiliy orta boylu, kocaman göbekli bir adamdı. Üzerinde gömlek vardı. Biz geldiğimizde dışarıdaydı. Bizi görür görmez:
– Geldi, dedi, bıyık altından beli belirsiz gülümseyerek.
Attan inip eve girdik. Kapıdan girer girmez gözüme öbür odadaki dinî resimler çarptı. Ancak bunun gibi resimler benim hiç ilgimi çekmiyordu. Çünkü o tür resimleri Başarin’in evinden çok görmüştüm. En ilginci buradaki ranzanın üzerinde asılmış büyük, gri resimdi. Resimde sayısız asker var. Savaşın adı “Tarumar.” İşte burada biri düşmanla yüz yüze gelmiş, kılıcıyla saldırmakta. Düşmana saldırılacaksa, işte böyle saldırmalı! En az bin kadar asker vardır. Kaçmakta olan düşmanı kovalıyorlar, kaçanların bir ucu şiddetli akan nehre kadar ulaşmış.
– Vasiliy’in, uzun boylu, mavi gözlü, büyük burunlu hanımı eve giren civcivleri “kış kış” diyerek dışarı çıkardı. Sonra da ocaktan siyah bir tencereyi getirip bize çorba koydu, yanına da üç dört tane yumurta ile iki dilim ekmek bıraktı. Yemek yerken, Elebes amcam arada bir onlarla bir şey konuşmaya çalışıyordu. Vasiliy Kırgızca iyi bilmiyordu. Vasiliy’in büyüme çağında çok güzel bir kızı vardı. Bu evde Kırgızca bir tek o iyi biliyordu.
– Yemekten sonra, Elebes amcam fazla oyalanmadan geri yola çıktı. Gariban ben ise tutsak olmuş gibi, yabancıların elinde kalakaldım. Yatma vakti gelince hanımı bir paspası koltuğuna kısarak geldi de, sanki gözleri görmeyen birinin elinden tutmuş gibi elimden tutarak ve uzağımda yürüyerek girişteki odaya getirdi. Buraya yat, diye bir köşeyi gösterdi ve elindeki paspası bana uzattı. O çıkar çıkmaz gösterdiği yere paspası seriverdim ve üzerime kabanımı örterek yattım. Gecenin sessizliği. Benim tam karşımda içinde bir tavuk olan kafes vardı. Ocağın dibinde de çökmüş ve boynunu uzatmış bir kaz duruyordu. Karanlıkta gözükmüyor ancak bir de mırmır sesi çıkaran kedi vardı. Biraz sonra ay tepeye ulaştı. Pencereden gelen ay ışığı odayı aydınlatmaya başladı. Dışarısı sessizdi. Evin yanında bulunan üstü açık ahırdaki sığırlar çoktan geviş getirmeye başlamışlardı. Bir kenarda arka ayaklarını uzatmış, büyük kahverengi bir sığır yatıyordu. Tam bu sırada, hayat birkaç saniyeliğine durmuş, Vasiliy’in evi dalgasız denizde yüzen gemi gibi tek başına sessizliğe gömülmüştü.
– Vasiliy, beni elimden çekerek uyandırdı. Daha gözümü açamadan elimden tutup dışarı çıkardı, evin arkasında akan çayın yanına getirip eliyle işaret ederek geri gitti. Onun ne demek istediğini anladım. Bu, işaret “yüzünü yıka” anlamına geliyordu. O giderken peşinden “neyimden tiksindi acaba?” diye düşündüm. Sabahın serinliğinde soğuk suyla yüzümü yıkadım ve kirli gömleğimin ucuyla silerek, avluyu dolanarak eve geldim. Vasiliy’in hanımı inekleri sağıp bitirmiş, eve doğru geliyordu. Beni görünce “Sen yemek ye.” dedi. Dünkü gibi yer sofrasına oturtarak yemek verdi. Yemekten sonra ben dışarı çıkarken Vasiliy elimden tutarak durdurdu ve sığırları nerede otlatacağımı uzun uzun anlattı. Birkaç dakika dinledikten sonra biliyorum, diye başımı salladım.
– Gökyüzü masmavi. Hava bugün nasıl da güneşli. Otuz civarında sığırı önüme katarak, Tüp deresinin kenarından aşağı doğru gidiyorum. Tek başınayım. İnsanı sıkacak kadar bir yalnızlık hissediliyor. Etrafıma göz gezdiriyorum. Diğer çobanlar epey uzaktalar. Ta uzakta, sığırları yönlendiren iki çoban gördüm. Koyunlar etrafa dağılmışlar. Onların aşağısında, dere kenarında çok sayıda sığırın önünü kapatmış iki adam oturuyor. Onlardan biri dere kenarından çıkagelen sığırlara taş atarak geri çevirdi. Ne kadar da şanslılar diye düşündüm. Ancak onların yanına varmak mümkün değildi; onlar nehrin öbür tarafındalar. Nehrin tam coşkun aktığı günlerdi.
Deminden beri sığırlar rahatsız olmaya başladılar. Hava ısındıkça daha beter oluyorlar. Kuyruklarını sallıyor, oraya buraya koşmaya başlıyorlar. Ben sığırları toplayıp çalıların olduğu bir yere getirdim. Kendim ise sığırların geçemeyeceği şekilde çıkışı kapatarak oturdum. Tüm çabama rağmen, kahrolası kırmızı inek sıcağa dayanamayıp, sağa sola koşuyor, kuyruğunu sallıyor, burnuyla arka ayaklarını kaşıyordu. Bir anda aşağı doğru kaçmaya başladı. Bunu gören öbür sığırlar da kırmızı ineğin peşine düştüler. Dört bir yana dağılan sığırların hangi birinin peşine düşeceğime şaşırdım. Geride kalakaldım.
– Sabah evden ayrılırken Vasiliy: Sığırları kovanların olduğu tarafa gönderme ha! Gönderecek olursan… diyerek, parmağını gösterip tehdit etmişti. Tam bu arada onun dedikleri aklıma geldi. Onun dediği gibi kötü niyetli kırmızı inek doğrudan kovanlardan yana koşuyordu. Ben öbürlerini bırakıp kırmızı ineğin peşinden koşmaya başladım. O, kuyruğunu kaldırmış, hızlı bir şekilde gidiyordu, ben de peşini bırakmayıp koşuyordum. Kovanların olduğu yer, aşağı yukarı kırk hektar gelen otlu bir alandı. Bu yerin bir tarafı dağa, bir tarafı da Vasiliy’in evine çıkıyordu. Otların boyu at üstündeki adamı bile geçerdi. Kırmızı inek otu az olan yerleri geçerek buraya yaklaştı ve insan beline kadar gelen otların arasına girdi. Ben kızgınlıkla koşarken kovanların yanına nasıl geldiğimi anlamadım. Çok sıcaktı, arılar kovana girip çıkıyordu. Bu arada sol gözüm “cız” dedi. Ben gözümün üzerindeki ağrıyla uğraşırken bir sürü arı bana hücum etti. Arının soktuğu sol gözüm hemen şişti. Bu arada kırmızı ineğe yetişebilmiştim. En önemlisi ise kovanlara bir şey olmamıştı. Ağzım kurumuş, kalbim hızla çarpıyordu. Nefes nefese kalmıştım. Kırmızı ineği önüme almış dönüyordum. Peşimizden öbür sığırların neredeyse yarısı gelmişlerdi. Onları da katarak, hepsini beraber sürerek geldim. Sığırların yarısı ise her tarafa dağılmıştı. Zar zor hepsini bir araya getirmeyi başardım.
Vasiliy’in evinde yaklaşık iki ay kaldım. Ancak son zamanlarda halim perişandı. Hiç huzurum yoktu. Gün boyunca çektiğim yorgunluğun ardından, akşam eve geldiğimde de evin hanımı rahat bırakmıyor, her işi yaptırıyordu. Üstüm başım perişandı. Epeydir СКАЧАТЬ