Название: On Beş Yaşında Bir Kaptan
Автор: Жюль Верн
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6485-42-6
isbn:
“Konuşamaması büyük şanssızlık.” dedi miço. “Negoro’ya her seferinde neden dişlerini gösterdiğini bilirdik eğer konuşsaydı.”
“Ne şahane dişler ama…” dedi kaptan, Dingo ağzını açtığı sırada.
6
BALİNA GÖRÜNDÜ
Köpeğin ne kadar akıllı olduğunu görmek, Bayan Weldon, kaptan ve Dick’in bu konuda sık sık konuşmalarına sebep olmuştu. Genç miço her ne kadar bundan şüphe duyulmasına sebebiyet verecek bir harekette bulunmasa da Negoro’ya karşı gizli bir güvensizlik hissetmeye başlamıştı.
Dingo’nun bu olağanüstü becerisi sadece yolcular arasında konuşulmuyordu. Köpek, tayfa arasında da okuma biliyor olmasıyla nam salmıştı. Hatta oradaki herhangi bir denizci kadar yazma bildiğini söyleyeceklerdi neredeyse. Bu kadar şeyin üstüne köpeğin konuşmamasına ise gerçekten şaşırıyorlardı.
“Belki de konuşuyordur.” dedi Dümenci Bolton. “Belki bir gün ona rotamız hakkında soru sorarız. Veya rüzgârın hangi yönde estiğini…”
“Neden olmasın?” dedi başka bir denizci. “Papağanlar konuşur, saksağanlar konuşur. Peki köpekler neden konuşmasın?.. Bana soracak olursanız ağzı olan bir canlıyla konuşmak gagası olanla konuşmaktan daha kolaydır.”
Bir başka denizci -Howick- “Dediğinde haklısın. Ancak herhangi bir dört ayaklının böyle bir şey yaptığı duyulmuş şey değil.” dedi. Fakat bu değerli arkadaşımız eğer Danimarkalı bir bilgine ait köpeğin yirmi farklı kelimeyi gırtlaktan ve ağızdan telaffuz edebildiğini bilseydi kesinlikle çok şaşırırdı. Ne var ki bu hayvan söylediği kelimelere herhangi bir anlam yükleyemiyordu. Papağanın da ağzından çıkan sesleri anlamlandıramadığı gibi.
İşte böylece bilmeyerek de olsa Dingo kahraman oluvermişti. Kaptan Hull birkaç sefer hayvanın önüne harfleri dizecek oldu fakat köpek her seferinde en ufak bir tereddüt dahi göstermeden sadece iki harfi seçiyor, diğer harflere göz ucuyla bile bakmıyordu.
Sadece Kuzen Benedict bu olaya herhangi bir ilgi duymadığını insanın gözüne sokarcasına dile getiriyordu. Köpek aynı numarayı birkaç kez tekrar ettikten sonra Kaptan Hull’a şunları söyledi:
“Köpeklerin akıl atfedilen yegâne hayvanlar olduğunu düşünüyor olamazsınız. Biliyorsunuz ki fareler batmakta olan gemiyi her zaman terk ederler. Kunduzlar sel basmadan önce kurdukları seti yükseltirler. Nicomedes’in, İskender’in ve Oppian’ın atları, sahipleri hayatını kaybettikten sonra acılarından ölmediler mi? Eşeklerin mükemmel hafızalarının olduğu ile ilgili örnekler mevcut değil mi? Kuşlar da eğitildiklerinde şahane şeyler yapabilirler. Mesela sahiplerinin söylemesiyle bir sürü kelime yazabilirler. Odadaki insanların sayısını bir matematikçi kesinliğiyle bilen papağanlara dair rivayetler var. Papazın yüz altın verseler vazgeçmem dediği papağanını duymadınız mı? Bu hayvan havariler amentüsünü teklemeden tekrar ederlermiş. Ve böcekler…” Heyecanı gittikçe artıyordu. “In minimis maximus Deus (Tanrı küçük şeylerde gizlidir.) sözünü nasıl da doğruluyorlar. Karıncaların inşa ettikleri değil midir mimarlara bir şehir modelini gösteren. Veya su örümceğinin ördüğü keseciği en başarılı mekanik öğrencisi yapabilir mi? Peki ya pirelere ne demeli… Deliğinden içeri girip silahı ateşlemezler mi? Bu Dingo’da hiçbir fevkaladelik yok. Sanırım çoban köpeklerinin sınıflandırılmamış bir türüne ait. Belki bir gün Yeni Zelanda’nın ‘canis alphabeticus’u (alfabe köpeği) olarak adlandırılır.”
Değerli böcek bilimcimiz işte böyle birkaç tane daha nutuk atmaya devam etti. Fakat Dingo yine de insanların gözündeki değerinden bir şey kaybetmedi. Bu arada zenciler bu duruma neredeyse mucize gözüyle bakıyorlardı. Herkesin aksine köpeğe dair bu tür duyguları hissetmeyen bir diğer yolcu ise Negoro’ydu ve eğer ki hayvan insanların sevgisini bu derece kazanmamış olsaydı ona bir kötülük yapacağı kesindi. Köpekten her zamankinden daha çok uzak duruyordu; harf olayından sonra nefretinin daha da artmış olması Dick Sands’in dikkatinden kaçmadı.
Kuzeydoğu rüzgârı nihayet yatışmıştı ve Kaptan Hull bu değişikliğin geminin rüzgâr yönünde düzgünce ilerlemesini sağlayacağını ümit ediyordu. Pilgrim’in Auckland’dan ayrılmasının üzerinden on dokuz gün geçmişti ve yerinde bir rüzgâr kaybedilen zamanı temin etmeye yeterdi. Fakat rüzgârın beklenen düzeye gelmesi için birkaç gün daha geçmesi gerekiyordu.
Pasifik’in bu bölgesinin her zaman ıssız olduğunu daha önce de söylemiştik. Amerikan veya Avustralyalı buharlı gemilerin alışılagelmiş rotasından uzaktı burası. Yine de istisnai durumların Pilgrim gibi bazı balina gemilerini bu noktalara sürüklemesi ihtimal dâhilindeydi. Fakat bu enlemde bunlara rastlamak pek mümkün değildi.
Ancak bu durum sadece akılsız ve budala biri için ilginçlikten uzak olabilirdi. Okyanusun şiirselliği her an her yerdeydi… Bir deniz bitkisi veya yosun kümesini suların üstünde süzülürken görmek mümkündü. Veya ne olduğu bilinmeyen bir direk görülebilirdi. Bu şeylerin her biri hayal gücünde sonsuz karşılık bulabilirdi. Düşen veya buharlaşan her bir su damlası, denizden gökyüzüne yahut gökyüzünden denize kendine ait özel bir sırrı ifşa edebilirdi. Ne mutludur göklerin ve denizlerin gizemlerini takdir edebilenler!..
Suların üstünde olduğu gibi altında da hayvanlar hayatın bir parçasıydı. Geminin yolcuları kutup kışından kaçıp kuzeye uçan kuşları seyretmekten fazlasıyla keyif alıyorlardı. Bu kuşlar küçük balıkları yakalamak için bazen denize doğru alçalırdı ki bu da seyretmeye değer bir görüntüydü. Bayan Weldon’ın kendisine verdiği atış eğitimi sayesinde Dick Sands bazen bir tabanca ile bazen de tüfekle birkaç tüylü hayvan avlamayı ihmal etmezdi.
Beyaz deniz kuşları zaman zaman yelkenlinin yakınında toplaşırdı. Bazen de kanatlarında kahverengi çizgiler olan başka deniz kuşları görülürdü. Penguenler ise paytak yürüyüşleriyle kıyıda ilginç bir görüntü oluştururdu. Kaptan Hull’un dediği üzere bu hayvanlar bodur kanatlarını palet gibi kullandıkları zaman bazı denizciler onları balık sanırdı.
Kanatlarını açtığında üç metreyi bulan devasa cüsseleriyle albatros kuşları denize doğru alçalıp gagalarını suya sokarak yiyecek ararlardı bazen de. İşte böyle hadiselere sık sık rastlamak mümkündü ki ancak doğanın mucizelerine kayıtsız kalan kalın kafalı biri böyle bir deniz yolculuğunu sıkıcı bulabilirdi.
Rüzgâr yönünü değiştirdiği gün Bayan Weldon geminin güvertesinde ileri geri yürüyordu ki ilginç bir olay dikkatini çekti. Uzaklarda bir yerde denizin kana bulaşmışçasına kırmızı olduğunu gördü. Bu sırada Jack ve Dick arkasında duruyordu ve “Bak Dick, şuna bir bak… Deniz kıpkırmızı. Denizi böylesine tuhaf bir renge büründüren yosun mu acaba?” dedi.
“Hayır, bu bir deniz yosunu değil. Bu, denizcilerin balina yemi dediği şey. Çok sayıda kabuklu deniz hayvanının oluşturduğu bir şey.” dedi Dick.
“Kabuklu СКАЧАТЬ