Название: Muhteşem Gatsby
Автор: Фрэнсис Скотт Фицджеральд
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-36-5
isbn:
“Nereye olursa…”
“Elinizi maniveladan uzak tutun!” diye çıkıştı asansörcü çocuk.
“Affedersin!” dedi Bay McKee ağırbaşlılıkla, “Dokunduğumun farkında değildim.”
“Pekâlâ…” diyerek teklifini kabul ettim, “Memnun olurum.”
(…) Yatağının yanında dikiliyordum ve adam çarşafların arasında oturmuş, üzerinde iç çamaşırlarıyla ve elinde kocaman bir dosyayla duruyordu.
Güzel ve Çirkin … Yalnızlık … Yaşlı Manav Atı … Brooklyn Köprüsü…
Sonrasında, Pensilvanya İstasyonu’nun soğuk alt katında yarı uykulu bir vaziyette yatmış, “Tribune”ün sabah baskısına bakarak saat dörtteki treni beklerken buldum kendimi.
3. BÖLÜM
Yaz geceleri boyunca komşumun evinden gelen müzik sesleri dinmek bilmedi. Gatsby’nin bahçelerinde erkekler ve kızlar; fısıltıların, şampanyaların ve yıldızların arasında pervaneler gibi oradan oraya uçuşurlardı. Öğleden sonraları sular yükseldiğinde, iki deniz motoru Boğaz’ın sularını yararak köpük çağlayanları üzerinden su kayaklarını çekerken, salın kulesinden suya atlayan veya kızgın kumlarda güneşlenen misafirlerini seyrederdim. Hafta sonları Rolls-Royce’u bir dolmuşa dönüşür, sabahın dokuzundan gece yarısının geç saatlerine kadar şehirden eve evden şehre milleti taşırken, steyşın vagonu da bütün trenleri karşılamak için sarı, kıvrak bir böcek gibi koşuşturup dururdu. Pazartesileri sekiz uşak, buna fazladan bir bahçıvan da dâhil olmak üzere, tüm gün ellerinde paspaslar, fırçalar, çekiçler ve bahçe makaslarıyla bir gece önceki hasarı onarmaya çalışırlardı.
Her cuma New York’taki bir manavdan beş kasa portakal ve limon gelirdi; her pazartesi de aynı portakal ve limonlar ortadan ikiye ayrılmış, posasız kabuklar piramidi hâlinde arka kapıdan çıkardı. Mutfakta iki yüz portakalın suyunu yarım saatte sıkabilen bir makine vardı; elbette bir uşak makinenin ufacık tuşuna iki yüz kez basarsa…
En azından iki haftada bir, hazır yemek firmasından bir tabur adam ellerinde yüzlerce metre branda ve Gatsby’nin devasa bahçesini bir Noel ağacına çevirmeye yetecek kadar renkli ampulle gelirdi. Büfelerin üzeri ordövrler, fırınlanmış baharatlı jambonlar, rengârenk damalı salatalar, domuz etli börekler, koyu renk, altın gibi kızarmış büyüleyici hindilerle donatılırdı. Ana salona kurulu gerçek pirinçten tırabzanı olan bar; cinler, likörler ve genç hanım konukların birbirinden ayırt dahi edemeyeceği çeşit çeşit içkiler deryasıydı.
Saat yedide orkestra salınmaya başlar; öyle beş kişilik eften püften bir orkestra değil tabii, şöyle dört başı mamur, obualar, trombonlar, saksafonlar, viyolalar, kornetler, flütler ve davullarla bir cümbüş! Son yüzücüler de kumsaldan döner, giyinmek üzere yukarı çıkarlar; New York’tan gelen arabalar beş sıra hâlinde park eder; salonlar, misafir odaları ve verandalar çoktan canlı renklerle, son moda tuhaf saç modelleriyle ve Kastilya’dakilerin bile hayallerini aşan şallarla şatafata bürünüverir. Bar vızır vızır çalışır ve havada uçuşan kokteyl tepsileri dışarıdaki bahçeye doğru süzülürken, artık gevezelikler ve kahkahalarla etraf canlanmış, sıradan imalar ve takdimler bir kenara bırakılmış ve birbirinin adını bile bilmeyen kadınlar coşkulu bir muhabbete dalmıştır.
Güneş dünyadan el etek çektikçe ışıklar coşar; artık orkestra eski bir kokteyl müziği çalmaya başlar; vokallerin sesi bir perde yükselmiştir. Nükteli bir söze karşılık bol keseden atılan kahkahalar her dakika daha bir bereketlenir. Gruplar daha hızlı değişir, yeni gelenlerle genişleyip, göz açıp kapayıncaya kadar dağılıp yeniden kuruluverirler. Ortalıkta şimdiden oradan oraya gezinenler, kendine güveni tam olan kızlar her daim bulunur; hoppa kimselerle daha oturaklı olanlar arasında bir oraya bir buraya salınır; eğlencenin coştuğu bir anda grubun gözdesi olur ve bir zafer coşkusuyla, durmaksızın değişen ışıkların altında yüzlerden, seslerden ve renklerden oluşan değişken denize doğru süzülerek giderler…
Birden yanardöner kumaşlar içindeki bu Çingenelerden biri havadan bir kadeh kapar, cesaret versin diye kafasına diker ve ellerini Frisco1 gibi oynatarak pistin üstünde dans etmeye başlar. Anlık bir sessizlik olur; orkestra şefi ritmini onun için nezaketen değiştirir ve etrafta kendisinin “Follies Müzikali”nde Gilda Gray’in yedeği olduğuna dair bir yalan haber dolaşırken bir şamatadır gider. Parti başlamıştır…
Öyle sanıyorum ki Gatsby’nin evine gittiğim ilk gece, gerçekten davetli olan birkaç misafirden biri de bendim. İnsanlar davet edilmezdi, sadece partiye giderlerdi. Kendilerini Long Island’ın dışına götüren otomobillere binerlerdi ve bir de bakmışlar ki Gatsby’nin kapısındalar!.. Oraya vardıklarında Gatsby’yi tanıyan birileri tarafından takdim edilirler, sonrasında lunaparktaki davranış kurallarına göre hareket ederlerdi. Bazen Gatsby’yle hiç tanışmadan gelip gidenler oluyordu, onların bu iç rahatlıkları davetiye yerine geçiyordu.
Ben gerçekten davet edilmiştim. Camgöbeği üniformalı bir şoför, o cumartesi sabahı erken saatte efendisinden gelen son derece resmî bir pusulayla benim çimenliğe geçti: Eğer akşamki “mütevazı parti”sine katılırsam Gatsby’yi son derece onurlandıracakmışım, öyle yazıyordu. Beni defalarca görmüş ve çok önce davet etmek istemiş ama bazı aksiliklerden dolayı bir türlü kısmet olmamış… Görkemli el yazısıyla Jay Gatsby imzalı.
Beyaz flanel takımımı giyip saat yediyi biraz geçe onun çimenliğine geçtim ve tanımadığım insanların girdabıyla çevrilerek tedirgin vaziyette dolanmaya başladım; gerçi sağda solda banliyö treninden aşina olduğum yüzler de vardı. Etrafta gezinen genç İngilizlerin çokluğu derhâl gözüme çarptı; hepsi temiz giyimli lakin açgözlüydüler; sakin, ağırbaşlı bir ses tonuyla oturaklı, varlıklı Amerikalılarla konuşuyorlardı. Bir şeyler satmaya çalıştıklarından emindim: hisse senedi, sigorta veya otomobil… En azından kolay yoldan kazanılacak paranın kokusu içlerini çekmelerine neden oluyordu ve birkaç laf cambazlığıyla paranın kendi ceplerine akacağına inanıyorlardı.
Gider gitmez ev sahibini bulmaya niyetlendim ama onun nerede olabileceğini sorduğum iki üç kişi bana şaşkın şaşkın öyle bir baktılar, ne yapıp ettiğinden haberleri olmadığını öyle bir hararetle anlatmaya başladılar ki kendimi, bahçede yalnız bir erkeğin başıboş ve tek başına görünmeden takılabileceği yegâne yer olan kokteyl masasına zor attım.
Sırf utançtan zilzurna sarhoş olma yolunda dörtnala giderken, Jordan Baker evin içinden çıkıp mermer merdivenlerin başına geldi ve hafifçe geriye kaykılarak burnu havada bir ilgiyle bahçeyi süzdü.
Canı istesin istemesin, birine yamanmak zorunda hissettim kendimi, yoksa gelip geçenlere kadeh kaldırmaya başlayacaktım.
“Merhaba!” diye kükredim, ona doğru yaklaşırken. Sesim bahçede gereğinden fazla yüksek çıktı gibi geldi.
“Burada olacağınızı tahmin etmiştim.” diye cevap verdi dalgın dalgın ben yukarı doğru çıkarken. “Komşusu olduğunuzu hatırlıyorum…”
Elimi, bir dakika sonra benimle ilgileneceğine söz СКАЧАТЬ
1
Frisco: Joe Frisco (1889-1958), ilginç danslar yapan bir caz dansçısı ve komedyen (ç.n.).