Название: Tarihin Kuyumcusu - Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?
Автор: Mikâil Bayram
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-605-121-894-6
isbn:
O olayda sağ kalan kişi uzun süre yaşadı mı?
İran’dan geldikten sonra bir süre yaşadı ve öldü. Zaten sakat bir adamdı. Çok sakatlıkları vardı. Sonuçta kurşun yemişti. O yaraların etkisiyle öldü.
Saray İlçesi Neden Köy Yapıldı?
Küçük yaşta anneninizi kaybettiniz. Babanız da yeniden evlendi. O zaman hayat sizin için daha mı zor oldu?
1954 yılının mart ayında annem vefat etti. O zaman 14 yaşındaydım. Tabii annem vefat edince biz altı kardeş öksüz kaldık. Babam yeniden evlendi. Babamın evlenmesiyle birlikte ortaya bir üveylik problemi çıktı. Üstelik biz yalnız da değiliz. Amcamın çocukları var. Amcamın çocukları da evlilik çağına gelmiş adamlar. Hepimiz aynı evde yaşıyoruz. Üstelik amcamın oğullarından birisi de evli ve çocukları var.
Babam evlendikten sonra amcamın oğulları kısa aralıklarla evlendiler. İyi yerlere gidip kendilerine ev kurmaya çalıştılar. Çoluk çocukları ile baş başa kaldılar. Babam, üvey annemden dolayı beni de Özalp’te ortaokula yazdırıp evden uzaklaştırmış oldu.
Saray ilçesi sınıra kaç km mesafedeydi?
Saray sınıra 5 kilometredir. 5 kilometre sonra İran sınırına geçiliyor. Çıplak gözle hudut taşları gözükür. Bu arada Saray’da bir tabur vardı. Büyükçe bir birlikti. Süvari taburu olduğu için çok atları olurdu. Bir dönem İtalya’da binicilik yarışması yapılmış, o binicilik yarışmasında birinci olan Yüzbaşı Salih Koç Saray’daydı. Biz çocukken, Salih Koç’u seyrederdik. O yıllardan hayal meyal hatırladığım bir şey var; o dönemlerde İkinci Cihan Savaşı’nda Almanlar Azerbaycan’a girmişler, İran’ı, Azerbaycan’ı işgal etmişler. Arkasından da Almanlar mağlup olunca Alman askerleri Kadana denilen büyük atlarla gelmişler oralara. Almanların atları sınırı geçerek Türkiye’ye giriyor. Türkiye’ye girince bütün o taburdaki askerler çıkıyorlar, o hududu geçen atları yakalamaya çalışıyorlar. Tabii halk onlara yardım ediyor. Halk da çıkıyor oralara bu atları yakalıyorlar ve atların hepsini tabura getiriyorlar. Sonra da bir emirle bu atları alıp götürdüler. Fakat kısa bir süre sonra da bu tabur lağvedildi. Ethem Menderes’in Millî Savunma Bakanı olduğu dönemlerde.
O zaman Ethem Menderes Saray’a geldi. Tabii Saray’a gelince o taburdan bir kısım askerler meydana çıktılar. Önce taburu denetledi. Saraylılar da büyük bir tepeden bakanın gelişini seyrediyorlar. Bakan o askerî birlikleri denetledikten sonra döndü Saraylılara, “Nasılsınız?” diye sordu. Saraylılardan karışık sesler çıktı. Kimi “Ömrün çok olsun.”, kimi “Sağ ol, var ol.” dediler. Bakan baktı ki bunlar Kürt değil, döndü Saraylılara “Siz Azeri misiniz?” diye sordu. Bizde Azeri’nin ne demek olduğunu hiç kimse bilmiyor. O zamanlarda Demokrat Partililerin arasında Şah Veled Emmi diye ileri gelen biri vardı. Şah Veled Emmi sağa sola döndü durdu ne demek istiyor? Birileri Şah Veled Emmi’ye fısıldadılar: “Ne milletsiniz diye soruyor?” dedi. Öyle deyince Şah Veled Emmi de bakana, “Kürtlerin içine gedirik bize Türk deyirler. Türklerin içine gedirik bize Acem deyirler. Biz de ne olduğumuzu bilmirik” diye cevap verdi. Bakan da gülerek “Ekinleriniz nasıldır?” diye sordu. O zaman daha ekinlerin oluşmaya başladığı devreydi. Şah Veled Emmi bu sefer “Çok kolaydır.” dedi. Bu sefer de bakan onu anlamadı. Bakana biri gelip fısıldadı, “İyi değil demek istediler.” dedi. O ziyaretten sonra taburu dağıttılar. O tabur hudut bölüğüne dönüştü.
Türkiye’nin doğusunda, özellikle Erzurum, Kars civarında at biniciliği, cirit filan var. Sizin orada da at beslenir mi?
Bizde de at beslenir fakat böyle oyunlar ancak düğünlerde olurdu. Düğün olduğu zaman herkes, özellikle delikanlılar atlara binerler, cirit atarlar ve sonra da bir yarış yapılır. O yarışa “gelin börkü yarışı” derler. O yarışta birinci olan gelinin börkünü alır.
Börk, takkedir. Gelinin börkü ona hediye edilir. Onun için o yarışmaya gelin börkü yarışması derler. Böyle bir gelenek vardı. Ama atlama, yüksek atlama gibi şeyler yoktu. Ancak o süvari taburunda vardı. Süvari sürekli olarak o oyunları yapardı. Salih Koç’un da siyah bir atı vardı. O at yarışmalarda en yüksek atlıyordu. Biz de çocukken o oyunları taklit ederdik. Bacaklarımızın arasında bir sopa sokardık. Kendimiz at olur, başlardık yüksekten atlamaya.
Âşık Sarayî Kimdir?
Saray’a bazen tanınmış âşıklar gelip giderlerdi. Mesela en çok gelenlerden birisi Erzurum’un Tortum kazasında Âşık Ummani Can’dı. Hemen her yaz Saray’a gelirdi. Ondan sonra Tercanlı Davut Sulari’nin Saray’a geldiği olurdu.
Konya’daki âşıklar bayramına da katılıyorlardı değil mi?
Evet, onlar katılıyorlardı. Sonra Reyhani Saray’a gelirdi. Tabii onların Saray’a gelip gitmelerinden dolayı ben biraz âşıklığa meylettim; âşık olmak istedim. Hatta elime bir cura aldım. Curamı çalıyordum, o curamla türküler çağırıyordum.
Ortaokula gidince de o âdetim ortaokulda çok makbul bulundu. Hocalarım beni çok sevdiler. Âşık diye “Âşık Sarayi” mahlası kullanmaya başladım. Âşık Sarayî geldi, Âşık Sarayî gitti gibilerinden konuşulmaya başlandı. Hatta bazen okul içerisinde toplantılar olduğu zaman ben çıkardım, sazımla bir şeyler söylerdim. Söylediğim şarkıların şiirlerinde genellikle arkadaşlarımı veya çevremi, çevremdeki insanları hicvederdim. Arkadaşlara hiciv sadedinde yazdığım şiirleri türkü olarak çağırırdım. Bunlar da çok kabul görürdü.
Farsça’yı Nasıl Öğrendi?
Ortaokulda arkadaşlarınıza hiciv yazacak kadar iyi şiir yazıyormuşsunuz.
Bir defa şunu ifade edeyim, biz ortaokulda da çok iyi yetişiyorduk. Ortaokulun ilk talebeleriydik. Sınıfımız sekiz kişiydi. Sekiz kişilik sınıfta hocalar bize birebir ders anlatıyorlardı. İngilizce dersimize gelen tabur komutanı Rıza Saygılı çok iyi ders anlatırdı. Turan Bayazıt çok iyi yurttaşlık bilgisi dersi verirdi. Tabii o dönemde ortaokul hayatımda bir zat vardı. O da İran’dan gelen Molla Tahir’di. Çevrede Fakı Tahir diye de bilinirdi. Fakı, fakih demektir. Dediğim gibi bu Tebriz Lisesi’nden mezundu. Tebriz’de liseyi bitirmiş fakat ailece göçmüşler. Güzeldere Köyü’nde otururlardı. O bana Farsça öğretmeye başladı. Farsça şiirler okuyor, bana tercüme ediyordu. Şiir usul ve esaslarını öğretiyordu. Böyle çok neşeli bir muhabbetimiz olurdu Molla Tahir’le.
Onun medresesi mi vardı?
Medresesi yoktu. Kimsesiz bir adamdı.
Nasıl temas kuruyordunuz?
O bizim müftüyle ders okuyordu. Tabii kendisi de liseden mezun olmasına rağmen müftü çok âlim bir adamdı. Biraz hocalık öğrenip din görevlisi olma amacındaydı. Nitekim bir süre sonra bir köye imam oldu. O ders almak için müftünün yanına gittiği zamanlarda bazen ben de ona katılırdım. Rahmetli Yekkoş dediğimiz müftünün yanına giderdik. Müftü ona ders verdiği zaman ben de kenarda durur onları dinlerdim.
Fakih СКАЧАТЬ