Araplar dillerini Yahudiye’nin güneyindeki ve doğusundaki her şeye empoze etmişlerdir; onların dilinde yaşlı dağ, Romen yolunu -şimdi bir zamanlar ne olduğuna dair bir fikir vermek gerekirse Suriyeli hacıların Mekke’ye gidip geldikleri tozlu bir yoldu- keserek ve ilerledikçe derinleşerek, yağmurlu mevsimlerin taşkınlarını Ürdün’e ya da son hazineleri olan Ölü Deniz’e kadar götüren sayısız vadinin babasıdır. Bu vadilerden birinden -daha doğrusu, dağın en uç noktasından yükselip kuzeyin doğusuna doğru uzanan ve sonunda Jabbok Nehri’nin yatağı hâline gelen vadiden- çölün platolarına4 giden bir yolcu geçmiştir. Okur bu yolcuya dikkatini vermelidir.
Görünüşüne bakılırsa kırk beşlerindeydi bu yolcu. Göğsüne doğru yayılan ve bir zamanlar kapkara olan sakalı yer yer kırlaşmıştı. Kavrulmuş kahve çekirdeği gibi kahverengi olan yüzü kırmızı bir kefiye (o günlerde çölün çocukları tarafından böyle adlandırılan başörtüsü) ardına saklanmış, kısmen görünüyordu. İri ve kara gözlerini arada sırada yukarı kaldırıyordu. Doğu’da yaygın olan dökümlü giysiler giymişti; ama küçücük bir tentenin altında, irice beyaz bir deveye bindiğinden giysilerinin tarzı tam olarak anlatılamıyor.
Çöl şartlarına göre donatılmış bir deveyi ilk kez gören Batılıların bu izlenimin üzerlerinde bıraktığı etkiyi alt edebilmeleri kuşkuludur. Yeniliklerin katili olan gelenekler bile bu duyguyu değiştiremez. Bedevilerle yıllarca konakladıktan sonra kervanlarla yapılan uzun yolculukların sonunda, her nerede olursa olsun bir Batılı durup haşmetli hayvanın geçişini bekleyecektir. Asıl cazibe, ne sevginin bile güzelleştiremeyeceği endamında ne de sessiz adımlarla gidişinde ya da geniş salınımlarındadır. Denizin bir gemiye olan sevecenliği gibidir, çölün kendi yaratığına karşı sevecenliği. Ona bütün gizemini öylesine büründürür ki ona bakarken bu gizemleri düşünürüz; mucize de işte tam buradadır. Şimdi vadiden çıkagelen hayvan da pekâlâ alışılagelmiş bu saygıyı hak edebilirdi. Rengi ve yüksekliği, ayak genişliği, şişman olmayan, kaslı cüssesi, kuğu gibi eğimli uzun ince boynu, başı, gözlerinin arasındaki genişlik, bir kadın bileziğinin sarışı gibi saran ağızlığı, uzun ve esnek adımlarla, emin ve sessiz yürüyüşü, hepsi Kiros5 günleri kadar eski ve kesinlikle paha biçilmez olan Suriyeli kanını kanıtlıyordu. Klasik yuları, alnını kızıl püsküllerle kaplıyor, boğazını uçlarında gümüş çanları çınlayan pirinç zincirlerle süslüyordu; ama yuların ne binici için dizgini ne de sürücü için kayışı vardı. Sırtına kondurulan tahtırevan, Doğulular dışındaki insanların mucidini meşhur edeceği türden bir keşifti. Her biri iki tarafa asılarak dengelenen, yaklaşık bir metre uzunluğunda iki ahşap kutuydu bu; iç kısmı yumuşak bir şekilde kaplanmış kutular efendisinin oturmasına ya da hafifçe uzanmasına izin verecek şekilde ayarlanmış, üzerine de yeşil bir tente gerilmişti. Sayısız düğüm ve bağlarla sağlamlaştırılan geniş sırt ve göğüs kayışları ahşap kutuları sabitliyordu. Böylelikle Kuş’un6 hünerli oğulları sahranın yakıcılığında rahat ediyor, görevlerini yerine getirirken keyfini de çıkarıyorlardı.
Vadinin son molasının ardından deve ayağa kalktığında, yolcu eski Amman, El Belka sınırını geçmişti. Sabah saatleriydi. Yün gibi sisle kısmen perdelenen güneş önünde duruyor, geniş çöl de önünde uzanıyordu; ileride savrulan kumlar değil, otların bodurlaştığı, yüzeyinde iri kayaların, gri ve kahverengi taşların yayıldığı, yer yer cansız akasyaların ve deveotu kümelerinin araya karıştığı bir alan vardı. Arkasında meşe, böğürtlen ve kocayemiş sanki sıraya dizilip korkuyla büzülerek çöle bakıyorlardı.
Artık patika yolun sonu gelmişti. Deve her zamankinden daha acımasızca yürütülmüş gibi görünüyordu; başı dimdik ufka doğru uzanmış, geniş burun deliklerinden rüzgârı büyük yudumlar hâlinde içerek adımlarını uzatıp hızlandırmıştı. Tahtırevan bir o yana bir bu yana sallanıyor, dalgalar içindeki bir tekne gibi bir yükselip bir alçalıyordu. Yer yer zemindeki kuru yapraklar ayak altında hışırdıyordu. Bazen pelin otu gibi bir parfüm bütün havayı tatlandırıyordu. Çayır kuşları, kuyrukkakanlar ve kaya kırlangıçları kanatlanıyor, beyaz keklikler ıslık çalarak ve gaklayarak geçiyorlardı. Çok nadiren bir tilki ya da sırtlan davetsiz misafiri güvenli bir mesafeden incelemek için adımlarını hızlandırıyordu. Sağ tarafta, üstlerinde inci grisi bir tül örtülü olan dağın tepeleri yükseliyor, güneşin biraz sonra anlık olarak eşsizleştireceği bir mora dönüşüyordu. En yüksek zirvelerinde bir akbaba engin kanatları üzerinde genişleyen daireler çiziyordu. Ama yeşil tentenin altındaki yolcu bunların hiçbirini görmüyor ya da en azından farkında olduğuna dair herhangi bir belirti vermiyordu. Gözleri bir yere sabitlenmiş ve hülyalıydı. Onun gidişi de tıpkı hayvanınki gibi belli bir yöne yönlendirilmişti.
İki saat boyunca deve adımlarının hızını sabitleyip doğuya doğru bir rotada ilerledi. Bu süre boyunca yolcu ne pozisyonunu değiştirdi ne de sağına soluna baktı. Çölde mesafeler mille ya da fersahla değil, saatle ya da menzille ölçülür: ilki üç buçuk fersah, ikincisi on beş ya da yirmi beş fersahtır, ama bunlar sıradan bir deve için geçerlidir. Gerçek bir Suriye soyunun binicisi kolaylıkla üç fersah yol yapabilir. Son sürat giderse sıradan rüzgârları bile geride bırakır. Hızlı ilerlemenin bir sonucu olarak manzara da değişmişti. Dağ batı ufku boyunca soluk mavi bir kurdele gibi uzanıyordu. Kil ve sertleşmiş kum tepecikleri yer yer yükseliyordu. Ara sıra bazalt taşları zeminin gücüne karşı yuvarlak başlarını kaldırıyorlardı; diğer her yer kumdu, bazen çiğnenmiş bir kumsal gibi dümdüz, bazen yığılı tümsekler hâlinde, burada kırık dalgalar, şurada uzun kabartılar şeklindeydi. Atmosferin durumu da değişiyordu. Yukarılara yükselen güneş çiy ve sisi içine çekmiş, tentenin altındaki gezgini öpen esintiyi ısıtıyor, her yerde yeryüzünü uçuk bir süt beyazına boyuyor, bütün gökyüzünü parıldatıyordu.
Hiç dinlenmeden ve rota değiştirmeden iki saat daha geçti. Bitki örtüsü tamamen yok oldu. Kumlar o kadar kabuklanmıştı ki her adımda takırdayan pullara dönüşüyor, tartışmasız egemenliğini koruyordu. Dağ artık görünmüyordu, görünürde belirgin bir yer de yoktu. Daha önce arkadan gelen gölge artık kuzeye doğru yer değiştirmiş, kendisine şekil veren nesnelerle yarışa girmişti. Hiç durma belirtisi göstermeyen yolcunun tavırları her an daha da tuhaflaşıyordu.
Unutulmamalıdır ki hiç kimse çölü bir eğlence yeri olarak görmez. Ölü şeylerin kemiklerinin süs gibi saçıldığı yollar boyunca hayat ve ticaret gidip gelir. Kuyudan kuyuya, çayırdan çayıra böyledir yollar. Kendisini yolu izi olmayan alanlarda yapayalnız bulan en tecrübeli şeyhin bile yüreği hop eder. Bizim ilgilendiğimiz adam da zevkinin peşinde olmasa gerekti; ne hâli tavrı bir kaçağa benziyordu ne de bir kere bile arkasına bakmıştı. Böyle durumlarda korku ve merak en yaygın duygulardır; onlardan da eser yoktu. İnsanlar yalnızken her türlü yoldaşlığa tenezzül ederler; köpekler dost olur, atlar arkadaş; onları okşamak ve sevgi sözcükleri söylemekte utanılacak bir şey yoktur. Deveninse böyle bir kazanımı olmadı, ne bir temas ne bir kelime.
Tam öğle vakti deve kendi iradesiyle durdu ve acınası bir feryat ya da inilti çıkardı, tam da onun türündekilerin fazla yüke itiraz ettikleri, bazen de ilgi ve dinlenme istedikleri zaman yaptıkları gibi. Bunun üzerine efendisi sanki uykudan kalkar gibi hareketlendi. Tahtırevanın perdelerini yukarı kaldırıp güneşe baktı; sanki kararlaştırılmış bir yeri arıyormuş gibi uzun uzun ve dikkatle her tarafı taradı. Denetiminden memnun bir hâlde derin bir soluk aldı ve СКАЧАТЬ
4
Magilerin buluştuğu mekânın Qatrana’nın 70-100 km. doğusunda ve antik Petra’nın yaklaşık aynı mesafe kuzeyindeki Mavera-i Ürdün’de yer aldığı düşünülmektedir.
5
Birinci Pers imparatorluğu olan Ahameniş İmparatorluğu’nun kurucusudur. Büyük Kiros, Güneybatı Asya’nın çoğunu ele geçirmiş, ilk insan hakları bildirgesi olarak kabul edilen Kiros Silindiri’ni yazdırmıştır. (ç.n.)
6
Kuşitler veya Kuş Krallığı, Sudan ve Güney Mısır’ın Nil Vadisi’nde yer alan Nübye’de kurulmuş eski bir krallıktır. (ç.n.)