Ben-Hur. Lew Wallace
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Ben-Hur - Lew Wallace страница 8

Название: Ben-Hur

Автор: Lew Wallace

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-605-121-953-0

isbn:

СКАЧАТЬ çıkaracak şekilde püskülleri geriye doğru itti; neredeyse siyaha yakın güçlü bir yüzdü bu; kısa, geniş alnı, kemerli burnu ve gözleri hafifçe yukarı kalkıktı, gür, düz, sert, metal gibi parlak ve örgüler hâlinde omuzlarına düşen saçları saklanması imkânsız kökeninin belirtileriydi. Firavunlara ve Batlamyuslara benziyordu, Mısır ırkının babası Misrayim’i7 andırıyordu. Beyaz pamuklu bir gömlek olan kamis giyiyordu, kolları dar, önü açık, ayak bileklerine kadar inen, yakası ve göğsü nakışlı; büyük ihtimalle o zamanlar aba diye adlandırılan kahverengi, yünlü bir pelerin atılmıştı gömleğin üzerine, uzun etekli ve kısa kolluydu, içi pamuk ve ipek karışımı bir kumaşla astarlanmıştı, tüm kenarları sarı biyeliydi. Ayaklarında yumuşak deri sırımlarla tutturulmuş sandaletler vardı. Kamis bir kuşakla belinden bağlanmıştı. Yalnız hâli, çölün leopar ve aslan yuvası ve insanoğlunun da vahşi olduğu göz önünde bulundurulunca çok dikkat çekici olan şey hiç silah taşımıyor olduğuydu, develeri yönlendirmek için kullanılan kıvrık sopası bile yoktu, dolayısıyla işinin sakin olduğu, kendisinin de ya alışılmadık şekilde cesur ya da sıra dışı bir koruma altında olduğu sonucunu çıkarabiliriz.

      Yolculuk uzun ve yorucu olduğundan yolcunun kolları ve bacakları uyuşmuştu; bu yüzden ellerini ovuşturdu, ayaklarını yere vurdu, gözlerini kapatıp sakin bir memnuniyetle geviş getiren sadık hizmetkârının etrafında yürüdü. Daire çizerken sıklıkla duruyor, eliyle gözlerine gölge yaparak çölü görülebilen en uzak kıyılarına kadar inceliyordu; araştırma bitince de yüzü, zeki bir izleyiciye, orada randevuyla olmasa da kendisine eşlik edecek birilerini aradığı fikrini vermeye yetecek kadar hayal kırıklığıyla bulutlanıyordu; bu izleyici aynı zamanda hangi işin, medeni bir yerleşim yerinin bu kadar uzağında bir yerde olmayı gerektirdiğini öğrenmek için keskin bir merak da duyardı.

      Ne kadar hayal kırıklığı olursa olsun, bu yabancının beklenen misafirlerin geleceğine olan inancında pek bir kuşku yoktu. Bunun bir ispatı olarak önce tahtırevana gitti, gelirken kendisinin kullandığı kutunun karşısındaki kutudan bir sünger ile küçük bir su testisi alıp devenin gözlerini, yüzünü ve burun deliklerini yıkadı; sonra aynı yerden kırmızı-beyaz çizgili, yuvarlak bir kumaş, bir tomar sopa ve kalın bir değnek çıkardı. Bunların, biraz üzerinde çalışınca birbirinin içine geçirilip birleştirildiğinde başından daha yüksek bir direk oluşturabilecek ustalıklı bir tertibat olduğu ortaya çıkıyordu. Direk dikilip de sopalar etrafına yerleştirilince kumaşı üstüne yaydı, tam bir ev olmuştu -emir ve şeyhlerin evlerinden çok daha küçük, ama diğer her bakımdan onların benzeri bir ev- Yine kutudan bir halı ya da kare bir kilim getirip çadırın zeminine yaydı. Bu da bitince, dışarı çıktı, bir kere daha büyük bir özen ve daha hevesli gözlerle etrafındaki bölgeyi taradı. Uzakta dörtnala koşan bir çakal ve Akabe Körfezi’ne doğru uçan bir kartal haricinde tıpkı üzerindeki mavilik gibi aşağıdaki çölde de hayat yoktu.

      Deveye döndü, alçak sesle ve çöl için yabancı bir dille, “Evden uzaktayız, -en hızlı rüzgârlarla yarışan yarışçı- ama Tanrı bizimle. Sabırlı olalım.” dedi.

      Sonra eyerin cebinden biraz fasulye çıkardı ve hayvanın burnunun altına asacağı torbaya koydu. Sadık hizmetkârının yemeye hevesle atılışını görünce dönüp dik gelen güneşin ışıltısıyla bulanıklaşan kum dünyasını bir kez daha taradı.

      “Gelecekler.” dedi sakin sakin. “Bana öncülük eden onlara da edecek. Hazırlanayım.”

      Kutunun içindeki çuvallardan ve kutunun bir parçasını oluşturan söğüt bir sepetten yemeklik malzemeleri çıkardı: palmiye liflerinden sıkı dokunmuş tabaklar, küçük bir deri testide şarap, kurutulup tütsülenmiş koyun eti, çekirdeksiz shami ya da Suriye narı, nakhil ya da Orta Arabistan’ın hurma bahçelerinde yetişmiş El Shelebi hurması, Davut’un “taze peynirleri”8 gibi peynir, şehir fırınından mayalı ekmek. Hepsini taşıyıp çadırın altındaki halının üzerine yerleştirdi. Son hazırlık olarak da Doğu’nun kibar çevrelerinde masadaki konukların dizlerine örtülen üç parça ipek kumaşı yaydı; ziyafetine katılacak insanların sayısını ortaya koyan bir şeydi bu, beklediği sayı buydu.

      Her şey hazırdı. Dışarıya çıktı: İşte doğuda, çölün yüzeyinde kara bir benek! Sanki yere kök salmış gibi durdu; gözleri büyüdü; sanki doğaüstü bir şey dokunmuş gibi tüyleri ürperdi. Benek bir el kadar büyüdü, sonunda insan boyutuna geldi. Kısa bir süre sonra, yüksek ve beyaz, üzerinde bir mahfe, Hindistan’a özgü, seyahat tahtı taşıyan, kendi devesinin bir kopyası sallanarak görüntüye girdi. Sonra Mısırlı ellerini göğsünde kavuşturup gökyüzüne baktı.

      “Tanrı büyüktür!” diye bağırdı, gözünde yaşlarla, ruhu huşu içinde.

      Yabancı iyice yaklaşıp durdu. O da yeni uyanıyor gibiydi. Diz çökmüş deveye, çadıra ve dini bütün şekilde kapısında duran adama baktı. Ellerini kavuşturdu, başını eğdi, sessizce dua etti; kısa bir süre sonra devesinin boynundan kuma indi, Mısırlı ona doğru ilerlerken o da Mısırlıya doğru ilerledi. Bir an için birbirlerine baktılar, sonra kucaklaştılar, her biri sağ kolunu ötekinin omzuna koyup sol kolunu da beline doladı, çenesini önce sol sonra sağ göğsüne dayadı.

      “Huzur seninle olsun, Tanrı’nın hizmetkârı!” dedi yabancı.

      “Seninle de olsun, gerçek din kardeşi! Huzur içinde ol, hoş geldin.” diye cevap verdi Mısırlı, coşkuyla.

      Yeni gelen uzun boylu ve sıskaydı, zayıf bir yüzü, çukur gözleri, kır saçları ve sakalı, tarçın ile bronz karışımı teni vardı. O da silahsızdı. Kıyafetleri Hintlilere özgüydü, takkesinin üzerine kat kat örtü sarılarak türban hâline getirilmişti; üzerinde de Mısırlınınkilere benzer kıyafetler vardı, sadece bileklerinde toplanan geniş paçalı pantolonunu açıkta bırakan abası daha kısaydı. Ayaklarında sandaletlerin yerine kırmızı deriden, uçları sivri terlikler vardı. Terlikler hariç tepeden tırnağa bütün kıyafeti beyaz ketendendi. Yüce, azametli, ciddi bir havası vardı. Doğu’nun İlyada’sının münzevi kahramanlarından en büyüğü olan Vistamitra’nın mükemmel bir temsilcisi gibiydi. Brahma’nın bilgeliğiyle yoğrulan bir “Yaşam” olarak adlandırılabilirdi, “Vücut Bulmuş Sadakat” gibiydi. Sadece gözleri insanlığını kanıtlıyor; yüzünü Mısırlının göğsünden kaldırdığında gözlerinde yaşlar ışıldıyordu.

      “Tanrı büyüktür!” diye bağırdı, kucaklaşma sona erince.

      “Ona hizmet edenler de kutsaldır!” diye cevap verdi Mısırlı, kendi haykırışına şaşırarak. “Ama bekleyelim.” diye ekledi. “Ötekinin gelmesini de bekleyelim!”

      Kuzeye baktılar; görüntüye girmiş olan, diğerleri gibi bembeyaz üçüncü deve gemi gibi yan yatarak geliyordu. Beraber durup, o da deveden inerek yanlarına gelene dek beklediler.

      “Huzur seninle olsun, kardeşim!” dedi adam, Hintliyi kucaklarken.

      “Tanrı’nın dediği olur!” diye cevap verdi Hintli.

      Son gelen, arkadaşlarına hiç benzemiyordu; vücudu daha ince, ten rengi beyazdı; açık renk dalgalı saçları küçük ama güzel kafasında mükemmel bir taç gibi duruyordu; koyu mavi gözlerinin sıcaklığı düşünceli zihnini, içten ve cesur doğasını СКАЧАТЬ



<p>7</p>

Ham’ın oğlu (Yaradılış: 10: 6, 13). Mısır halkının kurucu babası olarak tanımlanır ve Mısır topraklarına adını vermiştir.

<p>8</p>

Kutsal Kitap: Samuel 17:18.