Michelangelo yüksek sesle küfretti. O anda karşıdan gelen bir yaya korkarak yolunu değiştirdi. Geceleri şehrin sokaklarında sadece deliler gibi kendi kendine konuşan suçlular ve fahişeler dolaşmaktaydı.
Üstatla aynı yerde bulunmaktan dolayı çok heyecanlanmıştı. Leonardo’nun atölyesi şu ana kadar gördüklerinden çok farklıydı; kitaplar, eskizler, müzik aletleri, boya fırçaları ve merak uyandıracak icatların modelleriyle doluydu. Duvarlar ve tavan, muhtemelen sanatçının kendisi tarafından çizilmiş, sihirli diyarlarda dolaşıp duran satirlere dönüşen meleklere ait duvar resimleriyle kaplıydı. Bir köşede gümüş bir lir, ahşap flüt ve lavta koleksiyonu ve bir gayda durmaktaydı. Duvarın birinde, Michelangelo’ya bir insanın ideal boyutlarını düşündüren, bir çember ve kare içine çizilmiş kolları ve bacakları yanlara doğru açılmış bir çıplak adamın resmi asılıydı. Üstadın çalışma masasının üstü bir çift gözlük, elle çizilmiş haritalar ve deri bir deftere tıkıştırılmış kâğıtlarla darmadağındı. Bir kaidenin üzerinde, hayal ürünü gümüş kanatlar ve sakal takılmış canlı bir kertenkele durmaktaydı. Bir büyüteç, bu tuhaf yaratığı, mor dilini dışarı çıkartan dev bir ejder gibi büyük gösteriyordu.
Ve tabii o muhteşem resim taslağı. Görebilmek için onca insanın atölyeye akın etmiş olmasına şaşırmamalı. Bu taslak haliyle bile tam bir sanat şaheseriydi. Michelangelo dizlerinin üzerine çöküp bir deste kâğıt ile tebeşir çıkarmıştı. Her iyi sanat öğrencisi, ustalarının eserlerini saatlerce kopyalardı. Kendi yetenekleriyle profesyonelliğe ermesine rağmen hâlâ öğrenmesi gereken çok şey vardı.
Sonra pembe bir gömlek, mor yelek ve altın sarısı platformlu ayakkabılarıyla o adam çıkagelmişti. Aralarına kırlar düşmüş, hoş bukleler halinde omuzlarından dökülen koyu kahverengi saçları, gülümserken ortaya çıkan bembeyaz dişlerini ve parlak altın renkli gözlerini daha belirgin kılıyordu. Michelangelo’nun şu ana dek gördüğü en yakışıklı erkekti bu.
Sonra her şey aniden kötüye gitmişti. Leonardo’yu öfkeye sürükleyen şey sanki Michelangelo’nun oradaki varlığı gibi görünüyordu.
Michelangelo ağır adımlarla, Kutsal Çarmıh Bazilikası’nın etrafına yerleşmiş ve eskiden yaşadığı Santa Croce’ye doğru yürüdü. Atölyelere sahip birkaç sanatçı ve yün boyacıları dışında, bu mahallenin sokakları dilencilerle, evleriyse düşük sınıf işçilerle doluydu. Burası Floransa’nın kalbinin attığı yerdi. Bu bölgenin çalışkan, sivri dilli sakinleri şehre hayat vermekteydi. Leonardo’nun atölyesine doluşan o geri kafalı Floransalıların arasında olmaktansa bu insanların arasında kendini çok daha rahat hissediyordu.
Boyalı yün ve odun şöminelerinin kokusunu ciğerlerine çekmek yüreğinin kederle dolmasına neden oldu. Ya Leonardo haklıysa? Gerçekten Michelangelo kardan adam heykeltıraşından başka bir şey değilse? Leonardo’nun, Pietà’dan haberi vardı; ama pek ilgilenmemişti. Bu da yetmezmiş gibi bir de alay etmişti eseriyle. Tanınabilmek için ne yapmalıydı? Ya Pietà şu ana dek yaptığı en iyi heykel ise? Ya yirmi altı yaşında kariyerinin zirvesine zaten ulaşmışsa? Ya her zaman düşündüğünün aksine yetenekli bir sanatçı değilse? Bu son soru, çöken bir mağara gibi yüreğine oturdu.
Virajlı bir yan sokağı dönünce tanıdık bir eve ulaştı. Dökülen yeşil boyalarıyla harap evin görüntüsü, yüreğinde huzur duymasına yol açtı. Ön kapıyı ittirip içeri girdi. Loş girişte durup sessizce kapıyı kapattı. Her zaman gıcırdayan iki döşeme tahtasının üzerine bastı. Taze ekmek, vücut kokusu ve küflenmiş perdelerin kokusunun birbirine karıştığı evin kokusu hiç değişmemişti. Koridorda ilerlerken, gölgede kalıp gizlenme umuduyla, duvara yakın durdu. Kendini, Roma’daki başarılı işini bırakıp dönen yirmi altı yaşında bir adamdan çok, gün içinde yaptığı haytalıkları babasına anlatacağından dolayı gergin bir çocuk gibi hissetmekteydi. Mutfağa yaklaşırken, akşam yemeği için masanın etrafında oturan ailesinin konuşmalarını duydu. Koyu bir tartışmanın içindeydiler. Köşeden gizlice içeriye baktı.
Ailesi karşısında, tüm uzuvları ve görüntüleri hiç değişmemiş, sağlıklı ve iyi beslenmiş bir halde duruyordu. Kilisede hizmet eden en büyük abisi ve bugünlerde Pisa şehrine karşı savaşan en küçük kardeşi dışında hepsi oradaydı: iki kardeşi, babası, amcası, halası ve büyükannesi. Roma’da tek başına geçirdiği yıllarda, şu anki gibi tüm ailesiyle birlikte masada oturmayı hayal edip durmuştu. Yeni bir şişenin mantarı açılırken baharatlı Chianti şarabının kokusunu alabiliyordu. Orada saatlerce durup sahnenin tadını çıkarmak istiyordu. Ancak bu fazla sürmedi.
“Michel!” diye haykırdı, gölgede onu fark eden Buonarroto Buonarroti. Kardeşlerin en kısası ve en yakışıklısı olan Buonarrato, yirmi üç yaşındaydı ve Michelangelo’nun en çok sevdiği kardeşiydi. “Şükürler olsun, evdesin.”
Ailenin hepsi, dönüp kapı eşiğinde duran Michelangelo’ya baktı. O anda üstünü başını temizlemediğine pişman oldu. Ailesinin hırpani kıyafetlerini ya da toz toprak içindeki saçlarını yargılamayacağını biliyordu. Babası düzenli yıkanmaya karşı biriydi. Parfüm şişesini üzerine boca edip en moda giysilerle karşılarına çıkmış olsaydı ailesi, tüm zenginliğiyle Roma’dan dönmüş bu gösteriş budalası adamı tüm gece boyunca yuhalardı. En azından bu da bir şey sayılırdı.
Buonarroto bir sandalye çekip ona uzattı. “Tam zamanında geldin. Giovansimone bir konuda haksız. Senin de dinleyip görüşünü belirtmeni istiyorum.”
Michelangelo bakışlarını masanın başına çevirdi. Dört yıldır birbirlerini hiç görmemiş olmalarına rağmen babası, başını yemekten kaldırmıyordu. Hiç saç olmayan başı, dişsiz ağzının kenarından sarkmış derisiyle elli altı yaşındaki babası Lodovico, Leonardo da Vinci’den on yaş daha genç olmasına rağmen ressamın babası olacak kadar yaşlı görünüyordu. Michelangelo, acaba otuz yıl sonra ben de böyle mi olacağım diye düşündü. Lodovico’nun kırışıklıkları derinleşmiş, kaşları ise ağırlaşmıştı. Üzerinde eski beyefendilerin giydiği, uzun yıllar kullanılmaktan sararmış kıyafetler vardı. Bir zamanlar Floransa’nın saygın ailelerinden olan Buonarroti ailesi, müsrif aile reislerinin kuşaklar boyu yönetiminden sonra mali kaynaklarını tüketmiş, toplumdaki konumunu yitirmişti. Michelangelo, Buonarroti ailesinin hâlâ güç ve paraya sahip olduğu eski dönemlerde yaşamamış olduğuna sık sık hayıflanıyordu.
Masanın kenarında ilerlerken amcası Francesco sırtını sıvazladı, bir deri bir kemik kalmış halası ise alnına bir öpücük kondurdu. Michelangelo, Buonarroto ile doksan yaşındaki büyükannesi Mona Allessandra’nın arasındaki sandalyeye oturdu. “Yemek ye,” diye fısıldadı Allesandra. Parmakları, yaşlı bir ağacın dalları gibi eğri büğrü dururken ela gözleri hâlâ coşkuyla parlıyordu.
Michelangelo ekmek, СКАЧАТЬ