Название: Telli Haseki Hümaşah Sultan
Автор: İskender Fahrettin Sertelli
Издательство: Maya Kitap
isbn: 978-625-8068-32-0
isbn:
Turhan Sultan’ın fikrini birbirine rakip bütün hasekiler sevinçle karşıladılar.
Ortak dertlerine hep birden deva aramak zorunda kalan hasekiler, o gün akşama kadar saray dışındaki adamları yoluyla halkı kırmızı elbise giymeleri konusunda teşvik ettiler.
Memlekette her şey bol olduğu halde ticaret Hintli ve Şamlı birkaç tüccarın elinde kalmıştı. Üç yıl önceki malın değeri o yıl birkaç misli artmış, okkası beş akçeye olan pırasanın bile fiyatına bir misli zam gelmişti.
Hasekilerin adamları halka şöyle bir güvence veriyordu:
“Sabahleyin elini yüzünü yıkayıp kırmızı elbise giyerek işine giden ve kırmızı elbisesi sırtındayken dükkânını açan herkes bilsin ki, böyle hareket edenlerin küpünde pekmezi ve peteğinde balı eksik olmaz. O kişi fakirlikten kurtulur ve az zamanda servet sahibi, zengin biri olur.”
Bu gülünç tavsiyeyi duyan esnaf, o gün hemen evlerine koşarak kırmızı şalvar, kırmızı entari ve kırmızı cübbe giymiş ve dükkânlarına geçip oturmuştu. Bir kısım halk da kırmızı elbiselerle sokaklara yayılmıştı.
Sultan İbrahim, akşamüzeri geç vakit Davutpaşa tarafından dönerken, bütün sokaklarda kırmızı elbiseyle dolaşan insanları görünce öfkeyle tahtırevanını durdurdu. Bostancıbaşıyı yanına çağırarak, “Bu herifleri dağıtın,” dedi, “Kırmızı renkli elbiseyi yalnız benim giydiğimi ve başkalarına bu renk elbise giymenin yasak olduğunu da söyleyin. Sadrazam bu yasağa uymayanların idam edileceğini ilan ettirsin!”
Kırmızı Renkli Elbise Giymek Yasak!
Sultan İbrahim saraydan keyifle çıkmıştı. Fakat dönüşünde neşesiz ve öfkeliydi.
Padişah hareme girdiği zaman, herkesten önce annesi Kösem Sultan’la karşılaştı.
“Oğlum niçin böyle her şeye sinirlenip kendine işkence ediyorsun?” dedi Kösem Sultan. “İnsan sevdiği kadının isteklerine karşı gelir mi?”
Sultan İbrahim merdivenin basamağında durdu.
“Hatun, bu kadından ne istersin? Sabahleyin de geldin, onu çekiştirmek istedin! Başka bir diyeceğin varsa söyle, canımın sıkıntısını artırıp da beni deli etme!”
Kösem Sultan, oğlunun kulağına eğildi.
“Seni üzüntüden kurtarmak istiyorum, evladım!” dedi. “Senin istemediğini bildiği halde Telli Haseki, bugün bütün halka kırmızı elbise giymeyi emretti. Bana inanmazsan başkalarına da sor, araştır.”
Padişah şüpheye düştü.
Kösem Sultan, “Yalan söylemiyorum evladım!” dedi. “Telli Haseki el altından iş görüyor. Onun dizginlerini biraz çekmenin zamanı gelmiştir.”
Sultan İbrahim validesinin üzerine yürüdü.
“Ben Telli Haseki’ye laf söyletmem! Ak saçlarınla ona bu iftirayı atmaktan utanmıyor musun?” diyerek odasına girdi.
Valide Sultan, oğlunun Telli Haseki’ye zaafını bildiği halde ne cesaretle Padişaha bu sözleri söylemişti?
Valide Sultan odasına dönünce kethüdası Behram Ağa’yı yanına çağırdı.
“Behram,” dedi, “önemli bir konu hakkında Hamza Bey’le görüşmek istiyorum. Onu bana bu gece bulabilir misin?”
Behram Ağa kaşlarını kaldırarak cevap verdi.
“Hamza Bey’i bulmak mümkün değil. Onu kaç gündür Sadrazam Paşa da aratıyor.”
“Mehmet Paşa, Hamza’yı ne için aratıyor, bilmiyor musun?”
“Gene Nuruhayat meselesi olacak, Sultanım!”
“Nuruhayat’ın Hamza’ya kaçtığını Sadrazam bilmiyor mu?”
“Bilmez olur mu, Sultanım? Nuruhayat’ın Hamza’ya kaçtığı kesin. Fakat Sadrazam Paşa utancından kimseye bir şey söylemek istemiyor.”
“Hamza eski evinde oturmuyor mu?”
“Hayır, Sultanım! Hünkâr, Edirne seyahatinden döndükten sonra Hamza’yı serbest bıraktı. Onun yüzünü çoktan beri gördüğüm yoktur.”
“Cinci Hoca bilir mi acaba?”
“Belki bilir… Emrederseniz gidip sorayım?”
“Git, sor. Fakat benim sorduğumu belli etmemeye çalış. Şüphelenirse oğluma gidip haber verir.”
Behram Ağa, Cinci Hoca’nın odasına gitti. Kösem Sultan, Hamza’yı bu saatte niçin aratıyordu?
Tepsi İçinde Çıplak Bir Kız!
Behram Ağa, Cinci Hoca’nın odası önünde durdu ve kapıya kulağını yaklaştırdı. Hocanın sesi işitiliyordu.
“Şimdi anladım ki ben de kalp taşıyormuşum. Ben de bir kadın sevebilirmişim!”
Behram Ağa hayretle etrafına bakınarak meydanda kimse olmadığını anlayınca, kapının anahtar deliğine gözünü yerleştirdi.
Behram Ağa gözlerine inanamıyordu. Odanın içinde neler görmüştü?
Hoca kavuğunu çıkarmış, uzun bir acem halısının üstüne uzanmıştı. Yerdeki büyük bir gümüş tepsinin içinde çırılçıplak yatan genç bir kız vardı! Cinci Hoca yanındaki şarap testisinden bardağını doldurup içiyor, ara sıra da genç kıza uzatarak, “İç mahbubem, iç. Bu gece seninle kedimizden geçinceye kadar içeceğiz. Birbirimizi bulmak, birbirimizle kaynaşmak için öncelikle aklımızın zincirlerinden kurtulmalıyız!” diyordu.
Cinci Hoca’ya ne olmuştu? Çıplak bir cariyenin önünde ar ve hayâyı unutarak yalvaran Hoca Efendi, meğer kendi odasında yalnız kalınca ibadeti ve günahı unutarak Hayyam gibi gönül eğlendirmesini de biliyordu.
Behram Ağa kendi kendine söylenmeye başladı.
“Bu herif saraya geldiği günden beri kimsede ar, namus kalmadı. Zina haramdır, diyor. En güzel ve körpe kızlarla vakit geçiriyor! Şarap içmek haramdır, diyor. Odasında en iyi şarabı kendisi içiyor. Bu manzarayı Sultan Efendimiz görmesin! Kıyameti koparır!”
Behram Ağa kapıdan gözünü ayıramıyordu.
“Genç olsaydım, alimallah, kapıyı omuzlayıp içeri girerdim. Ben otuz senedir koynumda yatan karımı bile bu kadar çıplak görmemiştim!” diye homurdandı. Kadına yan gözle bakmanın bile haram olduğunu her gün tekrar edip duran Hoca Efendi, gümüş tepsinin yanına iyice sokulmuştu. Genç kızın saçlarını salarak heyecandan titreyen parmaklarıyla okşamaya başladı.
Hoca Efendi dini, imanı, günahı… her şeyi unutmuştu.
СКАЧАТЬ