Название: Eskimo masalları
Автор: Knud Rasmussen
Издательство: Maya Kitap
isbn: 978-605-7605-88-7
isbn:
Giriş
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Türk Masalları’nın ardından Kızılderili Masalları, Amerikan Masalları, Çin Masalları, Norveç Masalları, Kore Masalları ve Çingene Masalları’nı okurlarımızla buluşturduk. Sırada Eskimo Masalları var.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.
Dünyayı Dolaşmak İçin Yola Koyulan İki Arkadaş
Zamanın birinde, dünyayı dolaşmaya hevesli iki adam yaşardı. Bu yolculuğa çıkmak istemelerinin asıl sebebi, yaşadıkları maceraları başkalarına anlatmaktı.
O zamanlar dünyada çok insan vardı, bütün diyarlar kalabalıktı. Oysa bugün gitgide azalıyoruz. Kötülükler ve hastalıklar musallat oldu insanoğluna. Görüyorsunuz ya, bu masalı anlatan bendeniz dahi iki ayağımın üzerinde zor duruyor, güçlükle nefes alıyorum.
Dünyayı dolaşmak üzere yola koyulan bu adamların her ikisi de yeni evlenmişti ve henüz çocukları yoktu. Bir misk sığırının boynuzlarından kendilerine birer bardak hazırladılar. Ardından birbirlerinin tersi yönde yola çıktılar. Çünkü farklı yollardan giderek günün birinde yeniden buluşmayı umuyorlardı. İkisi de kızakla yol alıyor ve her yaz farklı bir yerde konaklıyorlardı.
Dünyayı dolaşmaları uzun zaman aldı. Bu süre içinde çocuk sahibi oldular, yaşlandılar. Derken, çocukları da yaşlandı. Sonunda yürüyecek halleri kalmamıştı ama çocuklarının yardımıyla ilerlediler.
Nihayet günün birinde iki adam yeniden buluştu. Yol boyunca defalarca doldurup su içtikleri için sığır boynuzundan yapılmış bardaklarından geriye yalnız kulpları kalmıştı.
“Dünya hakikaten büyük,” dediler bir araya geldiklerinde.
Yolculuğun başında çok gençlerdi. Oysa şimdi çocukları sayesinde yola devam edebilen ihtiyar adamlar olmuşlardı.
Gerçekten de dünya büyük.
Çok Ama Çok Uzun Zaman Önce İnsanların Dünyaya Gelişi
Atalarımız, dünyanın ve insanların ortaya nasıl çıktığını şöyle anlatıyor: Çok ama çok uzun zaman önceydi. O zamanki insanlar, sözlerini şimdiki gibi siyah işaretler halinde saklamayı bilmiyorlardı. Tek yapabildikleri masal anlatmaktı. Birçok şeyden bahsetmişlerdi. Bu sayede çocukluğumuzdan beri dinlediğimiz bu şeyler hakkında bilgi sahibiyiz. İhtiyar kadınlar, nefeslerini boşa harcamazlar ve bizler de onların sözüne inanırız. Yaşlılar yalan söylemez.
Evvel zaman içinde dünya aşağı düşüverdi. Yeryüzü, dağlar, tepeler, taşlar, hepsi göklerden aşağı düştü ve böylelikle bugün yaşadığımız dünya ortaya çıkmış oldu.
Dünya hazır olunca, insanlar çıkageldiler.
Derler ki insanlar topraktan gelmiştir. Atalarımızın anlattığına göre küçük çocuklar topraktan gelmişti. Birden çalılıkların arasında belirmişlerdi, her tarafları yapraklarla kaplıydı. Çalıların arasında yatmış havayı tekmeliyorlardı çünkü henüz emeklemeyi bile bilmiyorlardı.
Sonra bir erkekle kadından bahsedilir ama onlara ne olmuş bilinmez. Ne zaman büyüdüler de birbirlerini buldular? Hiç bilmiyorum. Yalnız, kadın dikiş dikip çocuk giysileri hazırlardı. Bir gün etrafı dolaşmaya çıktı. Sonra küçük çocukları buldu, onları giydirip evine getirdi.
Böylece sayıları arttı.
Artık kalabalık olduklarından, bir de köpekleri olsun istediler. Bu yüzden adamın biri eline bir tasma alıp dışarı çıktı, sonra “Hok, hok, hok!” diye bağırarak yere vurmaya başladı. Ardından bir sürü köpek koşturarak geldi tepelerden. Tüyleri kumla dolu olduğundan uzunca bir süre silkindiler. Böylece insanoğlu, köpeklerle tanıştı.
Daha fazla çocuk doğuyor ve yeryüzü daha da kalabalıklaşıyordu. Uzun zaman önce yaşanmış o günlerde ölüm nedir bilinmiyordu. İnsanlar yaşlandılar. Artık ayakları tutmaz, gözleri görmez olmuştu.
Güneşi de bilmiyorlar, karanlıkta yaşıyorlardı. Hiç gün doğmuyordu. Yalnızca evlerinin içinde ışık vardı. Lambalarında su yanıyordu zira o zamanlar su, ateş alabilen bir şeydi.
Ama bu insanlar ölmeyi bilmediklerinden sayıları gittikçe artmış, dünya iyiden iyiye kalabalıklaşmıştı. Sonra bir gün deniz taştı. Pek çok insan suda boğulup ölünce sayıları azaldı. Midye kabuklarının bulunduğu yüksek tepelerde o büyük tufanın izlerini hâlâ görebiliriz.
İnsanların sayısı azalmaya başlayınca, iki ihtiyar kadın arasında şöyle bir konuşma geçti:
“Eğer ölümden uzak olacaksak, varsın gün ışığı görmeyelim, ne çıkar?”
“Hayır,” dedi diğeri. “Hem gün ışığı hem de ölüm olsun.”
Her şey, bu sözleri söyleyen yaşlı kadının istediği gibi oldu.
Işık geldi, ardından da ölüm.
Rivayet odur ki ilk insan ölünce ötekiler, ölünün üzerini taşlarla örtmüşler.
Fakat nasıl öleceğini bilmeyen ceset hareketlenmiş. Başını dışarı çıkarıp ayağa kalkmaya çalışmış. Ancak yaşlı kadın onu geri itip demiş ki:
“Taşıyacak çok eşyamız var. Kızaklarımız ise çok küçük.”
Zira o sırada ava çıkmak üzereymişler. Bu cevabı alan ölü adamın taş yığınına geri dönmekten başka çaresi kalmamış.
İnsanoğlu güneş ışığına kavuşunca avlanma imkânını da elde etmiş. Böylece toprak yemekten kurtulmuşlar.
Ölümle beraber güneş, ay ve yıldızlar da gelmişti. Çünkü ölen insanlar gökyüzüne gidip parlak birer yıldız СКАЧАТЬ