Название: Cennetin bu yakası
Автор: Фрэнсис Скотт Фицджеральд
Издательство: Maya Kitap
isbn: 978-625-8068-88-7
isbn:
Amory üniversitedeki ikinci senesine kadar sınırların bulanıklaşıp kararsızlaşmasıyla birçok alt grup türediği için yalnızca bir özellik halini alan “parlak çocuk” tabirini çok değerli bir sınıflandırma yolu olarak kullandı. Amory’nin gizli idealleri “parlak çocuğun” tüm niteliklerini taşımanın yanı sıra cesaret ve inanılmaz bir zekâ ve beceri de gerektiriyordu. Ayrıca Amory kendisinde parlak çocuklara yakışmayacak türde tuhaf bir iz olduğunu düşünüyordu.
Bu, okul geleneğinin riyakârlığından gerçek anlamda ilk kopuşuydu. Parlak olmak başarıya giden en önemli unsurlardan biriydi ve hazırlık okullarının “büyük adam”ından tamamen farklıydı.
“PARLAK ÇOCUK”
1. Sosyal değerler söz konusu olduğunda uyanıktır.
2. İyi giyinir. Kıyafetin yüzeysel olduğuna inanıyormuş gibi yapar ama öyle olmadığını bilir.
3. Ön plana çıkabileceği etkinliklere katılır.
4. Üniversiteye girer ve maddi anlamda başarılı olur.
5. Saçlarını ıslatıp geriye doğru yapıştırır.
“BÜYÜK ADAM”
1. Sosyal değerlerden bihaberdir ya da onlara karşı duyarsızdır.
2. Kıyafetin yüzeysel olduğunu düşünür ve bu konuda pek özenli değildir.
3. Sorumluluk duygusuyla her işe el atar.
4. Üniversiteye girer ve belirsiz bir geleceği olur. Çevresi olmayınca kendini kaybolmuş hisseder ve okul yıllarının hayatının en mutlu zamanları olduğunu hisseder. Okula geri dönüp St. Regis’lilerin neler başardığıyla ilgili konuşmalar yapar.
5. Saçlarını ıslatıp geriye doğru yapıştırmaz.
Amory o sene St. Regis’li tek çocuk olacağını bilmesine rağmen kesinlikle Princeton’a gitmeye karar vermişti. Minneapolis’te ve St. Regis’in “Kurukafa ve Kemikler Cemiyeti” sevdalıları arasında anlatılan hikâyelerde Yale’in bir romantizmi ve ihtişamı vardı; ama Princeton parlak renkli atmosferi ve Amerika’nın en hoş şehir kulübü olma şöhretiyle onu daha çok cezbediyordu. Amory’nin okuldaki son günleri zorlu üniversite sınavlarının gölgesinde geçip gitti. Yıllar sonra St. Regis’e döndüğünde son senedeki başarısını unutmuş gibi görünüyor ve kendini yalnızca koridorlardan hızla geçerek azgın akranlarının taşkınlıklarını büyük bir sağduyuyla alaya alan o uyumsuz çocuk olarak hatırlayabiliyordu.
İki
SİVRİ KULELER VE CANAVAR HEYKELLERİ
Amory ilk başlarda sadece uçsuz bucaksız yeşil çimenlikleri aşıp gelen gün ışığının kurşuni pencere camlarında dans edişini, kulelerin sivri tepelerinde ve mazgallı duvarlarında süzülüşünü fark etti. Bir süre sonra taşıdığı bavulun farkına varıp yeni âdet edinmiş olduğu üzere yanından geçen biri olduğunda doğruca karşıya bakarak gerçekten de üniversite meydanında yürüdüğünü idrak etti. Yanından geçtiği adamların birkaç defa kafalarını çevirip kendisine eleştirel bakışlar attığına yemin edebilirdi. Bir ara acaba kıyafetlerimde bir kusur mu var diye düşündü ve içinden keşke o sabah trende tıraş olsaydım diye geçirdi. Yürüyüşlerindeki özgüvenden üçüncü ya da dördüncü sınıf öğrencisi oldukları anlaşılan beyaz fanilalı, şapkasız gençlerin arasında kendini gereksiz derecede gergin ve uyumsuz hissetti.
Aradığı 12 numaralı üniversite pansiyonu büyük, yıkık dökük bir konaktı; genelde bir düzine birinci sınıf öğrencisine ev sahipliği yapıyor olsa da Amory oraya vardığında henüz boştu. Ev sahibesiyle alelacele konuştuktan sonra, etrafı keşfetmek için dışarı çıktı; ama henüz bir sokak ilerlemeden dehşete düşerek kasabada şapka takan tek adam olabileceğinin farkına vardı. 12 numaralı pansiyona geri döndü, melon şapkasını odasına bırakarak yeniden dışarı çıktı. Şapkasız bir şekilde Nassau Caddesi’nden aşağı doğru yürümeye başladı, içlerinde futbol takımının kaptanı Allenby’nin de bulunduğu bir dizi sporcunun fotoğrafına bakmak için bir dükkânın önünde durdu; daha sonra dikkatini tabelasında “Jigger Dükkânı” yazan bir pastane çekti. Bu tabir ona tanıdık gelmişti, ağır adımlarla içeri girdi ve uzun taburelerden birine yerleşti.
Zenci garsona “Çikolatalı dondurma,” dedi.
“Duble çikolatalı jigger mi? Başka bir şey ister misin?”
“Aa, tabii.”
“Pastırmalı çöreğe ne dersin?”
“Aa, tamam.”
Bunları epey lezzetli buldu ve dört tanesini mideye indirdi; ardından üzerine bir ferahlık gelene dek duble çikolatalı bir jigger daha yedi. Duvarları süsleyen yastık kılıflarını, deri flamaları ve Gibson Kızları resimlerini dikkatle inceledikten sonra dükkândan ayrılarak elleri ceplerinde Nassau Caddesi’ndeki yürüyüşüne kaldığı yerden devam etti. Birinci sınıf şapkaları bir sonraki pazartesiye kadar kendini göstermeyecek olsa da Amory çok geçmeden üst sınıfları ve yeni gelen öğrencileri birbirinden ayırmayı öğrendi. Kendini apaçık ve son derece endişeli bir şekilde evindeymiş gibi göstermeye çalışanlar birinci sınıflardı. İstasyona uğrayan her yeni tren onlardan bir bölük daha getiriyor, onlar da çabucak tek işlevi sokak boyunca bir aşağı bir yukarı sürüklenmek izlenimi veren kitap yüklü bavullarıyla beyaz ayakkabılı, şapkasız kalabalığa katılıp yepyeni pipolarından büyük duman bulutları saçıyorlardı. Öğleden sonra Amory her yeni gelen grubun kendisini biraz daha üst sınıftanmış gibi gösterdiğini fark ederek o zamana kadar insanların yüzlerinde gözlemleyebildiği son derece itinalı, zarif bir ilgisizlik ve sıradan bir ciddiyet ifadesi takındı.
Saat beş olduğunda kendi sesini duyma ihtiyacı hissederek gelen giden kimse var mı diye bakmak için pansiyona döndü. Her an çökecekmiş gibi sallanan merdivenlerden çıktı ve teslimiyetçi bir tavırla odasına göz gezdirdi, sınıf bayrakları ve kaplan resimlerinden daha ilham verici bir dekorasyon fikri bulmaya çalışmanın boş bir çaba olduğuna kanaat getirdi. Derken kapı çalındı.
“Buyurun!”
Eşikte gri gözlü ve gülünç tebessümlü zayıf bir yüz beliriverdi.
“Çekicin СКАЧАТЬ