Название: Abdülhamit ve afrodit
Автор: İskender Fahrettin Sertelli
Издательство: Maya Kitap
isbn: 978-625-8068-40-5
isbn:
“İkbal,” dedi, “Efendimiz bugünlerde Tıbbiyelilerden çok kuşkulanıyor. Nuri Bey’in buraya seni görmeye gelmesi kendisi için bir tehlike oluşturmaz mı?”
“Aman yavaş, kimse duymasın! O bir fedaidir.”
“Nuri mi?”
“Evet. Aman Nazikter, ağzını sıkı tut. Sonra mahvoluruz.”
“Fedai ne demek? Bana biraz açıkla bakayım.”
“Canım, sen oralarını karıştırma! Zaten benim de pek bilgim yok ya… Nuri’nin çocukluğu… Okulda birkaç arkadaş toplanıp öteye beriye imzasız tehdit mektupları gönderiyorlar.”
“Aman dikkat et, İkbalciğim. Bunlar çok nazik meselelerdir. Başına bir felaket gelirse, Hünkâr ’ın elinden kendini kurtaramazsın!”
“Ben çocuk değilim. Nuri’ye gelince; onu sarayda seven ve koruyan birkaç kişi var. Şimdi biz onu bırakalım. Sen onunla Melahat’in tanışmasını arzu ediyor musun? Bana onu söyle!”
“Pekâlâ! Fakat ilişki fazla ilerlemesin. Sonra o şeytan kız, kardeşini baştan çıkarır.”
“Ben o şırfıntıya bir oyun oynayayım da, sen de gör.”
“İkisi görüşürlerken hemen Başmusahip vasıtasıyla Efendimize haber vermelisin!”
İkbal, Nazikter’in yanından ayrılınca hemen faaliyete geçti. İlk işi, kardeşi Nuri Bey’e mektup yazmak oldu.
Aradan iki gün geçmişti.
İkbal, kardeşinin saraya gelip kendisini görmesini bekliyordu.
Bu iki gün zarfında İkbal, Melahat’le dost olmanın yolunu bulmuştu. Başmusahip, İkbal’i fazlasıyla koruyordu. İkbal bu sayede Melahat’le görüştükten sonra onun yakasını bırakmamış ve sabah akşam odasını ziyaret ederek münasebeti derinleştirmeye başlamıştı.
Halbuki Melahat, İkbal’i adım adım takip ediyordu. Başmusahip’in himayesine rağmen Melahat genç kızın bütün planlarını öğrenmişti.
Padişah’ın diğer musahiplerinden Cafer Ağa da Melahat’e yardım ediyordu.
Esasen, İkbal’in Burhanettin Efendi dairesinden Yıldız Sarayı harem dairesine getirilmesindeki maksat da bu neticeyi elde edebilmekti. Melahat, kısmen de babasının bilgisi altında tertip ettiği bu karşı planla iyi bir çevirme hareketi yapabileceğine inanmıştı.
İkbal ile sıkı fıkı görüştüğü halde, ona karşı fevkalade saf görünmeye çalışıyordu. Hatta İkbal, bir akşam Melahat’in odasında geçen bir konuşmayı, ümitlerini güçlendirecek kadar safiyane bulmuştu.
“Melahat! Buradaki hayattan memnun değil gibi, daima melül ve mahzun görünüyorsun. Yoksa bir derdin mi var?”
“Hiçbir derdim yok. Fakat sana doğrusunu söyleyeyim mi, İkbalciğim… Ben serbest okul hayatına alıştığım için burası beni çok sıkıyor.”
“Serbest hayat mı dedin? Aman sakın bu kelimeyi bir daha başkasının yanında ağzından kaçırma!”
“Neden? Bir insanın serbest yaşaması kadar güzel ve büyük bir bahtiyarlık düşünülebilir mi? Burada hiçbirimizin hürriyeti yok.”
“Aman kendine gel, Melahat! Ateşle oynadığının galiba farkında değilsin! Şimdi bizi işitip de Efendimize haber verseler mahvolduğumuz gündür.”
“Canım, ben burada çok bunalıyorum. Neden ara sıra dışarıya bir arkadaşımı veya ailemden birini ziyarete gidecek kadar hürriyet sahibi olmayayım?”
İkbal, Melahat’in ağzını kapadı.
“Allah aşkına sus! Benim yanımda böyle dinamitle oynama!”
“Dinamit mi?”
“Evet, onun kadar tehlikeli bir kelimedir o. Sen bunu nerede öğrendin?”
“Fransız okulunda.”
“Sen onu çok sever misin?”
“Neyi?”
“İşte o bahsettiğin kelimeyi.”
“Benim ciğerlerim on sekiz sene o havayı teneffüs etmeye alıştı. Ben işte burada bu yüzden sıkılıyorum.”
“Demek öyle…”
“Bize mektepte her gün bundan bahseder ve hürriyeti ellerinden alınmış insanların yaşayan ölülerden farkı olmadığını söylerlerdi. Şimdi sen ve ben hürriyetimize sahip olsak, böyle esir gibi burada durur muyduk?”
“Ne yapardık?”
“Ne mi yapardık? Şöyle bir çıkar, herkes gibi gezer ve dünyayı görürdük. Biz insanlar için bundan daha büyük bir mutluluk olabilir mi? İstediğin zaman gezmek… İstediğin zaman yatıp kalkmak… Hür insanlar daima böyle yaşarlar.”
“Ah, Melahat! Efendimiz senin bu sözlerini işitse, etlerini lokma lokma doğratır vallahi!”
O günlerde İzzet Paşa’yı imzasız mektuplarla tehdit ediyorlardı.
Bir sabah erkenden posta ile aldığı bir tehdit mektubu üzerine kahvaltısını yarıda bırakarak saraya gitmişti.
İzzet Paşa’nın Başmusahip ile arası çok iyiydi. Başmusahip onun sayesinde çok iyilik gördüğü için her istediğini yapmaya çalışırdı.
Başmusahip’in odasına girdiği zaman İzzet Paşa’nın rengi atmıştı.
“Yüzünüz mum gibi sararmış, Paşam! Acaba sebebi nedir?” diye sordu Başmusahip.
İzzet Paşa bir koltuğa oturup kımıldamadan cevap verdi.
“Hep o dert… Bu sabah bir mektup daha aldım.”
“Yine mi tehdit ediyorlar?”
İzzet Paşa cebinden bir zarf çıkardı.
“Bu alçaklar meydanı geniş buldular, atlarını koşturup duruyorlar. Şimdiye kadar yapılan takiplerden henüz olumlu bir netice elde edilmedi.”
“Bu seferki mektupta ne yazıyorlar, Paşam?”
“Okuyayım da dinle.”
İkinci Kâtip İzzet Paşa, kendisine gelen tehdit mektubunun şu satırlarını okumaya başladı:
Hainler! Padişah’ın etrafını sardınız ve nihayet bu masum milleti onun gözünden düşürmeyi başardınız! Osmanlı Devleti’ni “hasta СКАЧАТЬ