“Gördünüz mü, küçük hanım?” dedi. “Boşuna bağırdınız!”
Cevdet Bey, kızından hiç beklemediği bu mânâsız gürültülerden dolayı çok üzülmüştü.
“Yavrum, nerede ve kimin huzurunda bulunduğunu bilmiyormuş gibi, öyle fena sözler söyledin ki! Cafer Ağa’ nın bile kalbini kırdın zannederim!” dedi.
“Omzuma ameliyat yapılırken sizin canınız değil, benim canım acıyordu. Bir koyun yüzer gibi derimi yüzdünüz! Hiçbirinizin insaf ve merhameti yokmuş!”
Hekim Süleyman Bey aletlerini toplamış gidiyordu.
“Kızım, sargıyı sakın açmayınız, ben yarın açar ve sargıyı kendi elimle değiştiririm. Nihayet on günlük bir zahmeti var. On gün sonra kapanır gider. Sakın merak etmeyiniz,” dedi.
Bu esnada Padişah’ın oturduğu odanın kapısı açıldı ve Başmusahip’in başı göründü.
Daima İkbal ve Nazikter’i koruyan Başmusahip, kibirli bir tavırla odadan içeriye girerek, “Efendimiz, Melahat’in dışarı çıkıp başkaları ile konuşmasını yasakladılar. Şimdi onu burada yalnız bırakıp çekiliniz,” dedi.
Cevdet Bey fazla bir şey söyleyemedi. Kızının aksiliğinin böyle bir netice doğuracağını tahmin etmişti.
Hekimle birlikte yürüdüler ve Melahat’i odada yalnız bırakıp dar ve loş bir koridora çıktılar.
Başmusahip arkalarından yetişti.
“Efendiler!” dedi. “Hünkâr, bu ameliyatın gayet gizli tutulmasını ve kimseye bu hususta bir kelime söylenmemesini de emir buyurdular. Bu kararı size bildirmekle yükümlüyüm.”
Cevdet Bey başını önüne eğdi ve kendi kendine “Felaket… Felaket,” diye mırıldandı.
Aynı akşam, Nazikter bulunduğu hapisten kurtulmak için her gün kendisiyle temas eden İkbal’e talimat veriyor ve Melahat’in kendi vaziyetine düşürülmesinin nasıl mümkün olabileceğini düşünüyordu.
Nazikter’in bu husustaki girişimi gayet önemliydi. Abdülhamit her şeyden ziyade siyasi cereyanların kendi aleyhinde gelişmesinden korkuyordu. Nazikter, efendisinin bu zaafından faydalanmaktan başka kurtuluş çaresi olmadığını görüyordu.
Tıbbiyeliler o günlerde mektepte bir toplantı yapmışlardı. Saraya verilen jurnaller bu toplantının Padişah aleyhinde olduğunu haber verdiğinden, Abdülhamit, talebelerin bu girişiminden fena halde hiddetlenerek içlerinden yedi tanesinin Anadolu’ya sürgün gitmesini irade etmişti.
O gün Haydarpaşa’dan trenle Anadolu’ya sevk edilen Tıbbiye talebeleri, ele geçmeyen diğer arkadaşlarına bu mesailerinde devam etmelerini tavsiye etmişlerdi.
Sürgüne giden talebeler ile en çok görüşenlerden biri de Nuri’ydi.
Nuri’nin vaziyetinden yalnız kız kardeşi İkbal haberdardı. Fakat Nazikter de Nuri’nin tehlikeli bir genç olduğunu tahmin ediyordu; onunla birkaç defa görüşmüştü, Nuri daima Padişah’ın ve etrafındaki adamların aleyhinde konuşurdu. Nazikter onun ne demek istediğini anlamamakla beraber, Nuri’den hoşlandığı için, “Aman kuzum Nuri Bey, yavaş söyleyiniz!” diye ellerini tutarak yalvarırdı.
İkbal’e gelince; o, biraderinin hemen her şeyini bilirdi. Onun ve arkadaşlarının ne yapmak istediklerini pekâlâ biliyordu. Ve işte Nazikter’e en ziyade ümit veren de bu kızdı. Ne vakit bu meseleden bahsedilse, İkbal derhal şu suretle söze başlardı:
“Kardeşim! Efendimizin hali malum. Melahat’i Hünkâr’ın gözünden düşürmek için onun Nuri ile seviştiğini gösterecek bir plan kurmalıyız. Bak, görüyorsun ya, seni kurtarmak için kendi kardeşimi fedaya mecbur oluyorum.”
Nazikter bu teminattan çok memnun olurdu.
Bu meseleyi müzakere ederken Nuri’nin karşılaşması muhtemel tehlikeli vaziyeti de düşünürlerdi. Fakat Nuri saraya yabancı bir kimse değildi; nihayet Şehzade Burhanettin’in dairesinde bulunan bir kızın kardeşiydi.
Onun Melahat’le bir dakika bile beraber bulunması, genç kızın felaketini kolayca hazırlamaya yeterdi.
İşte, Melahat’in başkaları ile görüşmesinin yasaklandığı gece Nuri, İkbal’in penceresine tırmanarak saraya girdi. İkbal o gece Melahat’i kendi odasına getirecek ve arkasından da Başmusahip’e haber vererek Melahat’in gizlice Nuri’yi pencereden aldığını bildirecekti.
Nuri’nin bir şeyden haberi yoktu, ancak Melahat’i bir iki defa görmüş ve çok beğenmişti.
Nuri pencereden İkbal’in odasına girdiği zaman sular kararmıştı.
İkbal, kardeşine işaret verir vermez odasından çıkıp Melahat’i çağırmaya gitti.
Nuri ise odada kardeşinin geri gelmesini beklemeye başladı.
İkbal odadan çıkarken, “Nuri! Sen, ben gelinceye kadar karyolanın arkasındaki köşede otur, hiçbir yere kımıldama! Gece seni burada görürlerse kıyametin koptuğu gündür,” demişti.
Aradan on beş dakika geçtiği halde odaya hiç kimse gelmemişti. Nuri sabırsızlanıyordu.
Melahat gibi Padişah’ın en sevimli gözdesi olan bir kızla dostluğu ilerletmek, Nuri için her zaman ele geçer bir fırsat değildi. Karyolanın arkasındaki loş köşeye kirpi gibi sinmiş oturuyordu.
İkbal, Başmusahip’in odasına vardığında, Cafer Ağa odada aşağı yukarı dolaşıyordu. İkbal’i görünce, “Kız, bu vakit buralarda ne dolaşıyorsun?” diye seslendi. İkbal, Cafer Ağa’ya görünmek istemiyordu. Fakat birbirlerini görmüşlerdi bir defa, kaçmak olmazdı.
“Ağa hazretlerini görecektim,” dedi.
Cafer Ağa, Melahat’in yanından yeni gelmişti. Vücudu tir tir titriyordu.
“İkbal, buraya gel!” diye bağırdı.
İkbal, arkadan bir ayak sesinin kendisine doğru yaklaştığını hissederek başını çevirdi. Orta boylu, şişmanca ve esmer birinin de odaya girmek üzere olduğunu gördü.
Cafer Ağa derhal kapıya koşarak, “Vay, Paşam… Buyurunuz!” dedi ve geç vakit Başmusahip’in dairesine gelen bu meçhul misafiri saygıyla karşıladı.
İkbal, odanın bir kenarına çekilmiş, yavaşça sıvışıp odasına dönmeye hazırlanmıştı.
Cafer Ağa’nın hürmetle karşıladığı bu adam Fehim Paşa’dan başka bir kimse değildi.
Melahat, ameliyattan önce İkbal ve kardeşi Nuri hakkında Padişah’a bir hayli bilgi vermişti. Hatta Nuri’nin o gece kız kardeşini СКАЧАТЬ