Название: Abdülhamit ve afrodit
Автор: İskender Fahrettin Sertelli
Издательство: Maya Kitap
isbn: 978-625-8068-40-5
isbn:
“Köyündeki Apustol’u nasıl unutuyorsun?”
“Onlar çoktan öldüler.”
“Ya ölmeseydiler?”
“Yine unutacaktım. Çünkü köyde dere başında geçen hayat, cariyeniz için çok tahammül edilmez ve ilkeldi. İstanbul’a geldim, tahsil ve terbiye gördüm, adam oldum.”
Abdülhamit sağ elinin başparmağıyla sakalını kaşıyarak bir müddet düşündü.
“Kız, senin bu dediklerine inanayım mı?”
“Efendimize yalan söylemeye nasıl cesaret edebilirim?”
“Eğer anlattıkların yalan çıkarsa vay hâline.”
“Şimdi babamı çağırıp sorabilirsiniz, Padişahım!”
“Fakat Cevdet bu işin içyüzünü bana şimdiye kadar neden anlatmadı?”
“Babam cariyenizi o kadar sever ki, hakiki evladı olsaydı, onunla bile belki bu derece meşgul olmazdı.”
Padişah alaycı bir tavırla sordu:
“Bugün de sana hâlâ hakiki evlat gibi mi bakıyor?”
“Emin olunuz, Padişahım.”
Melahat’in kumral saçları beyaz omuzları üzerine dökülmüştü. Padişah’ın böyle bir sebepten dolayı kendisine kıyacağını ümit etmiyordu.
Hünkâr ilk şiddetini kaybetmişti.
“Meseleyi bir defa da babana sorayım!” dedi. Ellerini çırptı, içeriye giren haremağasına derhal Cevdet Bey’i getirmesini söyledi, sonra Melahat’e hitap etti:
“Haydi, kalk!” dedi. “Sen Şeytan ile Melek’in temasından hâsıl olmuş bir mahluksun!”
Eliyle genç kızın saçlarını okşadı.
“Eski ismin neydi bakayım?”
“Afrodit.”
“Afrodit mi? Bu ne güzel isim!”
“Köyümüzde bu ismi taşıyan benden başka çocuk yoktu.”
“Peki, bu omzundaki işaret nedir?”
“Efendimiz, o köyümüzün eski bir âdetidir. Kadın erkek herkesin eline, göğsüne, koluna yahut omzuna, böyle deri altına mavi boya ile resim ve yazı işlerler. Hatta bazı köylülerin yüzlerinde bile vardır. Cariyenizin de omzuna bir put işlemişler.”
“Mademki Müslüman oldun, bu münasebetsiz işareti şimdiye kadar vücudunda taşımakta ne mânâ vardı?”
“Cevdet Bey birkaç defa çıkartmak istedi, fakat canım acır diye korktum.”
“Canın da pek kıymetli galiba! Onu bir daha omzunda görmeyeceğim!”
Abdülhamit tekrar ellerini çırptı ve içeriye giren haremağasına, “Bana şimdi Süleyman Bey’i çağırınız,” dedi. “Takımlarını alsın da gelsin!”
Hekim Süleyman Bey’den evvel Cevdet Bey huzura girmişti.
Padişah eskisi gibi hiddetli değildi. Melahat’in kendisinden merhamet dilenen nazarları Abdülhamit’in asabını gevşetmişti. Yine de Melahat’i kızım diye tanıttığı için Cevdet Bey’e kızgındı.
Padişah, sadık kölesi içeriye girer girmez, “Gördün mü şu yediğin haltı?” diye bağırdı.
Cevdet Bey evvela bu sözden bir şey anlamadı ve şaşkın şaşkın etrafına bakınırken birden Melahat’in çıplak omuzlarını gördü.
Cevdet Bey’in rengi kül gibi olmuştu. Padişah başını sallıyor ve soğuk soğuk gülerek söyleniyordu:
“Ne bakıyorsun? Yoksa Afrodit’i tanımadın mı? Cevap versene!”
Cevdet Bey vaziyetin vahametini anlamıştı. Ağzından bir kelime bile çıkmıyordu.
“Fazla düşünme, ben Apollon yıldızından her şeyi öğrendim.”
“Afrodit’i evladımdan fazla sevdiğim için, onun tahsil ve terbiyesine fazlasıyla itina ettim, Padişahım! O, evladımdan başka bir şey değildir ve tamamıyla Türkleşmiştir.”
Abdülhamit, Cevdet Bey’den de aynı hikâyeyi dinleyince rahatlamıştı. Hünkâr’ı sinirlendiren bir şey varsa,o da Melahat’in omzundaki putu şimdiye kadar vücudunda taşımasıydı.
Padişah, Cevdet Bey’i bundan dolayı azarlıyordu. Tam bu esnada Hekim Süleyman Bey elinde ameliyat çantasıyla soluk soluğa, yorgun bir halde Beşiktaş’taki evinden Yıldız Sarayı’na gelmişti. Haremağasının verdiği haber üzerine Hekim, Padişah’ın huzuruna girdi.
Abdülhamit arzusunun derhal yapılmasını istemişti.
Melahat’in diğer sahalardaki cesaretine rağmen bu ufak ameliyat karşısında lüzumundan fazla inatçılık göstermesi canının fazla kıymetli olduğunu anlatıyordu.
Padişah, “Ben uzaktan bakacağım, haydi, çabuk, şu kızın kolundaki put resmini derisinin altından, canını yakmadan çıkar bakayım!” dedi.
Hekim Süleyman Bey hemen aletlerini masanın üstüne koydu ve genç kızın omzunu muayene ederek, “On dakika zarfında ameliyatı bitiririm, Efendimiz!” dedi ve neşteri eline aldı.
Fakat Melahat birdenbire yerinden kalkmıştı. Korkusundan gözleri dönen ve burun delikleri süratle açılıp kapanan Melahat’in tatlı, oynak sesi, senelerden beri olumsuz cevaplara alışkın olmayan bu odanın kanlı duvarları arasında yükseldi:
“Hayır, yaptırmayacağım!”
Padişah, Melahat’in itirazına sıkılmışsa da fazla ehemmiyet vermemişti. Hekim’e hitaben, “Haydi, ne duruyorsun?” diye haykırdı. Melahat’i bir kolundan Cevdet Bey, diğer kolundan Cafer Ağa tutarak, koyun boğazlar gibi sedirin üzerine yatırdılar.
Melahat, Padişah’ın huzurunda bulunduğunu unutmuştu. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
“Benden ne istiyorsunuz? Allah aşkına beni bırakınız! Canımı yakmayınız!”
Cafer Ağa, efendisinden aldığı talimat üzerine bir elini Melahat’in ağzına götürdü. Bu suretle genç kızın sesinin işitilmesine mâni olacaktı. Halbuki Melahat mektepte spor yaptığı için oldukça kuvvetli bir kızdı. Başını salladı ve Cafer Ağa’ya, “Hınzır fellah, çekil oradan!” diye sesinin bütün kuvvetiyle bağırdı.
Abdülhamit, Cafer Ağa’nın gördüğü bu hakaretten ötürü canının sıkıldığını hissetmişti. Melahat gözyaşlarıyla ıslanan yanaklarını silen hekime yalvarıyordu:
“Ah СКАЧАТЬ