Название: Gönül Bir Yel Değirmenidir, Sevda Öğütür
Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6485-80-8
isbn:
“Doğrusu, hayır.”
“Türk olup da Hurrem Medari’nin bir satırını okumamak, bu, hayretten çok esef etmeye değer bir şeydir.”
“Ben gazetelerde ne hikâye okurum ne makale… Yalnız havadis ararım. Bazen Hurrem’in yazılarına rastlarım. En kısası on iki punto ile dört sütundan fazladır. Satırlar Fransızca, Almanca, İngilizce kelimelerle çiçek çıkarmışa benzer. Bu efendi hangi dilde yazdığını galiba kendisi de bilmez. Öyle en çetin lügatlerle donanmış o dört sütunun karşısında başım döner. Gazetenin sayfasını hemen çeviririm.”
“Hurrem bir büyük bilgindir. Elbette öyle yazacak. Allamedir o…”
“Allame midir? Ayıp değil ya, bu kelimenin manasını bilmiyorum. Bu allame İstanbul’da nasıl yetişir? Bu, Langa bostanlarından biter bayır turpu gibi bir şey midir? Yoksa Sivriada’daki istridye tarlasında mı yetişir?”
“Oh, Şadan, gücenirim, böyle konuşma… Memleketimizin bilim adamları hakkındaki bu küçümsemene dayanamam.”
“Küçümseme değil… Bilmiyorum dediğime inan ve bana anlat, allame nedir? Bunun bir beratı var mıdır? Bu nereden alınır. Fatih’in Karadeniz Kapısı Medresesinden mi? Bizim Darülfünundan mı? Avrupa’dan mı? Koynunda böyle bir resmî belge bulunmayan bir kimse nasıl oluyor da kendisine allame dedirtiyor? Bizde halk o kadar saf, allamelerimiz de o kadar cesur ki söylenen şeyde mana aramak kimsenin aklına gelmiyor.
Birine allame, filozof, mütebahhir1 gibi bir lakap takınız. Bu unvan derhâl şehrin dört köşesinde kampana gibi çınlar. Ve öyle bir hâle gelir ki bu niteliği herkesin ağzından işite işite o zavallı adam da kendisinin geniş bilgisine inanmak zorunda kalır. Kanıma göre allameler, filozoflar bizde böyle yetişir. Bu muhteşem unvan, Zuhurî’deki Pişekâr’ın içi olmayan kürküne benzer, samur kürküne…”
“Canım, yüzünü görmeden, bir kitabını okumadan, bir sözünü işitmeden Hurrem Bey’e karşı bu taşkınlığın nedir?”
“Böylelerine kızarım.”
“Neden?”
“Sahte davranışlıdırlar da ondan… Kalp2 bilgindirler de onun için.”
“Gerçek bilgin nasıl olur?”
“Bu memlekette bir tanesine rastlayamadım ki nasıl olacağını bileyim! Hanım, yalan söylemiyorum. Ben içimizde öyle tarih hocaları bilirim ki Osmanlı padişahlarını bile sırasıyla sayamazlar, öyle hesap hocaları tanırım ki vallahi kerrat cetveli ezberlerinde değildir. Ama gazetelerde yüksek matematikten söz ederler. Edebiyattan habersiz olduğu hâlde edip geçinenlerimiz çoktur. Çoğunun üzerinde hoca hakkı yoktur. Kataloglarda, kitapçı vitrinlerinde adlarını görüp de kendi kendilerine okudukları rastgele kitaplarla allameleşen, kendilerini yetiştirdiklerini sanan aydınlardır. Mektepsiz yetişmek harikası yalnız bize mahsustur. Ben bilgisizliğimi açıkça söylüyorum ve kabul ediyorum. Bir şey bilmem. Ama bilginlik taslayan cahillere de tutulurum. Devamlı olarak koltuklarının altında birkaç cilt taşıyarak gezen, koltuğunda kitap olmadan sokağa çıkmayan öyle ukalamız vardır ki sırası gelince kendilerini Avrupa’nın büyük filozoflarına benzetmekte hiç tereddüt etmezler. Ama o büyük kafalara lafla benzerlik iddiası gülünç değil, acıklı bir şeydir. ‘Onlarla boy ölçebilmek için şimdiye kadar memleketin kültür ve bilim tarlasına saçtığınız fikir tohumları ne ürün verdi? Hani eserleriniz?’ diye sorulduğu zaman bu mübarekler ne varlık gösterebilecekler? Güve yemiş eski kitaplarımız olmasa kütüphanelerimizin rafları tamtakır duracak. Deliliğiyle tımarhaneyi şereflendirmiş olduğu için bütün akıl hastanesi adayı dengesizlerin Nietzsche ile yakınlıkları kabul edilecekse o başka… Bizde rahmetli Şemsettin Sami Bey’den başka ciddi, sebat eden, ansiklopedik bir adam yetişmemiştir. Milletin kütüphanesinde koca koca ciltlerini sıralamaya muvaffak olan yalnız işte o büyük adamdır. Mektepte hocam bana: ‘Şemsettin Sami Bey’in ruhuna rahmet okumadığım gün yok gibidir. Çünkü ne vakit kalemi elime alsam, rahmetliye danışmadan, onun fikrini sormadan yapamam.’ derdi. Şimdikiler iddiacı, makaleci, konferansçı… Kadınnineme de bir kürsü veriniz de dinleyiniz, bakınız size neler söyler…”
“Oooo, Şadan, gerçekten ileriye varıyorsun. Bugüne kadar senin böyle konularda bu kadar ateşlendiğini hiç görmedim. Şimdikilerin üzerlerine de böyle göz yumma. Nankörlük lazım değil. Haluk Firdevsî Bey’in koskoca cilt felsefesini inkâr mı edeceksin?”
“Ben böyle şeylerle uğraşmam. Bu felsefe kitabından bir yerde bahsediyorlardı. İşittim. Arap’ın ne kadar çürümüş lügati varsa buna doldurulmuş. Eğer her satırın arasında metni açıklayan, yorumlayan Fransızca parçalar olmasa kitabından mana çıkarmak mümkün olamayacağını söylüyorlardı. Oysa Türkçeyi Fransızca yardımıyla anladıktan sonra Frenkçede bu gibi eserlerin kıtlığı mı var? Fransızca bilenler bu eserle ilgilenmezler. Bilmeyenlerse nasıl anlasınlar?”
“Bey, bugün yaman bir tenkitçi oldun. Kitap sevmediğin için yazanlara atıp tutuyorsun, bundan zevk alıyorsun. Ama ne olursa olsun, Hurrem Medari Bey’in bu komşuluğundan memnun değil, âdeta mutluyum.”
“Memnunluğunun neden böyle mutluluk derecesine vardığını pek anlayamadım.”
“Yani başımıza şöyle böyle bir kiracı geleceğine, böyle bir dâhi ile komşu olmak elbette şerefli bir şeydir.”
“Hah hanım, dur! Kelimeyi yakaladım.”
“Hangi kelimeyi?”
“Dâhi kelimesini…”
“Hurrem Medari Bey’e demedikten sonra bu memlekette kime dâhi diyeceğiz?”
“Tabii sana değil. Bana desen hiç değil… Açlıktan nefesleri kokarak bakir zeminler, büyük kelimeler, işitilmedik sözler, nazik kafiyeler arayan saz benizli, avare hisli şairlere de değil…”
“A beyim, bu dediklerinin arasında gerçekten dâhileri var. Bunların bazı şiirlerini o kadar beğeniyorum ki…”
“Hayır… Yalnız senin beğenmenle kimseye bu yüksek unvan verilemez… Bunlarda dâhilik değil, on paralık akıl yok. Çünkü şu zamanda arabacılık şairlikten çok kazanıyor. Ve daha da itibarlı sayılıyor. Ve yine çünkü zamanımızda bir şair şiirlerini bir editöre götürdüğü vakit, kitapçı büyük bir eda ile kâğıtsızlıktan, baskı işlerinin fazla masraflı ve külfetli oluşundan söz ederek kafa tutuyor. Bastırılmak için getirilen eserleri bedava bile kabul etmiyor. Ama bugün Eminönü’nden Hobyar’a bir araba sorduğun vakit müşterinin zararına belediyenin tayin ettiği fiyatların yüksekliğine rağmen herif cevap vermek tenezzülünde bile bulunmayarak başını öteye çeviriyor. Arabacılar, hamallar şairlerden daha nazlı ve tok…”
“Şairlerin, ediplerin değerlerini belirtmek için bula bula bu ölçüyü mü buldunuz?”
“Dur hanım, dur… Ortada bir dâhi sözü var. Güme gitmesin.”
“Dinliyorum.”
“Bizim СКАЧАТЬ
1
Mütebahhir: Bilgisi deniz gibi engin olan.
2
Kalp: Düzme, sahte, işe yaramaz, yalancı.