Gönül Bir Yel Değirmenidir, Sevda Öğütür. Hüseyin Rahmi Gürpınar
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Gönül Bir Yel Değirmenidir, Sevda Öğütür - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 12

Название: Gönül Bir Yel Değirmenidir, Sevda Öğütür

Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6485-80-8

isbn:

СКАЧАТЬ kocasıyla beraber gördüğüm dakikadan beri Cevher Hanım o gür saçları, dolgun omuzları, billur kolları, baldırlarıyla gönlümde taht kurdu. Geceleri ben karımın koynunda, Cevher Hanım’ın hayali benim ruhumda öyle yatıyorum.

      Allamenin güzel karısı zihnimi çelmezden önce kafamın hangi kadınla uğraştığını açığa vurmağa utanıyorum. Gizli bir aşkla hizmetçi Servinaz’i seviyordum.

      Bu, on sekiz yaşında, çok kirli, pasaklı bir kızdı. Gençliğinden başka muhabbete değer bir güzelliği de yoktu. Kirli kadın sevmenin tadını babamın evindeki Züleyha’dan almıştım. O kızın sevgisiyle ruhumda bir aşağılık peyda oldu. Bulaşık bezi kokan bir sevgiliye sarılmayı rokfor peyniri yemeye, çürümüş tömbeki içmeye biraz benzetebilirim. Kokmuş et yiyen, kokuşuk, iğrenç şeylerden hoşlanan, zevkleri genel psikolojiden şaşmış, hasta ruhlu kimseler yok mu, işte bu hastalık biraz bende de var.

      Temiz kadın sevmez değilim. Ama anlayamadığım bir tiryakilikle bazen kirlisi için de içim titrer. Bu bana pek iyi temizlenmemiş işkembe çorbası, kuzu sarması gibi gelir. Asıl meraklılarına göre bu yemeklerin tadı kokularındadır.

      Devamlı olarak temiz kadınla yatmaktan bıkarım. Lavantalara, kolonyalara karşılık burnum, biraz ter, kir, yağ kokusu ister. Güzel kokular sürünmüş hanımlarda yapmalık vardır. Kirli hizmetçilerin koyunlarında asıl kadını bulurum. Nefis yemekler arasında bu, sarımsaklı tarator gibi iştahımı açar. Bir kere tadına varıp da alışanlar bu hiç de güzel olmayan çeşninin alışkanlığından kurtulamazlar.

      Cevher Hanım’ın hayali dimağımda yerleşmekte iken Servinaz’ınki henüz oradan çıkmamıştı. Daha hayal, oluşum hâlindeydi. Öteki gerçek…

      Ben Cevher Hanım’ı kocasıyla birlikte bahçeye çıktıkça uzaktan görebilecektim. Onunla samimi bir sevda ilişkisi kurmak da zamana muhtaç, rastlantıya, talihe bağlı bir şeydi. Ama Servinaz her gün karşımda idi.

      Evde bir kız daha vardı. Kaynanamın evlatlığı Nevres. On dokuzunda. Ama bu, kumral saçları, insana çocuk saflığıyla bakan iri, durgun mavi gözleriyle âdeta güzel, temiz, sağlam, kuvvetli bir ahretlikti. Ev kızı eğitimi görmüştü. Biraz okuyup yazması da vardı.

      Gönlüm bir süre Servinaz ile Nevres arasındaki seçimde bocaladı. Sonunda Nevres’i tehlikeli buldum. Bu âdeta kaynanamın ikinci kızı yerindeydi. Kayınbiraderim Halis Didar Bey’le Nevres’in arasında başlamış bir aşk bulunması da düşünülebilirdi. Onun dimağımdan çıkmayan inatçı hayalini silmek ve yutkuna yutkuna bu kızdan uzaklaşmak gereğini duyuyordum. Ama dünyada iyi veya fena öyle rastlantılar vardır ki bunlar yıldırım gibi bir anda insanın kaderine hâkim olurlar.

      Bu sevda hissi bende sara gibi, kleptomani gibi bir şeydi. Bir kere sinirlerimi sardı mı artık kendimi tutamam. Ortam elverişli olur olmaz gönlümü yakan ateşi serinletmek isterim.

      Servinaz’ı birkaç defa koridorun loşluğu ve iki kapının arasında sıkıştırdım. İlk saldırışlarıma sanki biraz telaş etti. Cilveye benzer hâllerle kollarımın arasında debelendi. Ama gitgide alıştı. Hiç korku ve çekinme eseri göstermez oldu. Bu kapı aralarındaki gizli, hızlı, yasak, helecanlı sarılmalardaki zevki, tadı anlatamam. Ben Servinaz’ın gerdanından derin buseler içerek, onun bulaşık suyunu andıran kokusu henüz burnumdan gitmeden karımın yanına girdiğim zaman Sabiha’yı bazen en nazik bir estetik bahsiyle uğraşırken bulurdum.

      Bir gün yine böyle kapı aralığı kucaklaşmasının yürek çarpıntıları içinde, aldığım sulu öpücüklerin tadı dudaklarımdan akarken karımın yanına girdim.

      Sabiha, elindeki “Bedii Hissiyat” cildini masanın üzerine bırakarak bir süre gözlerimin içinden kalbime doğru derin bir dikkatle baktı, içimdekileri gözetler gibi… Yahut bana öyle geldi. Titredim. Sonra kelimeleri ağır, ahenkli bir söyleyişle: “Yüksek zevk, aşağılık zevk bahsini okuyorum.” dedi.

      Bu bir rastlantı mıydı? Yoksa bir şey sezinleyerek mahsus mu böyle söylüyordu?

      Kalbimin vuruşlarından aldığı titremeyi dilim belli etmemeye uğraşarak:

      “Ah cahil beyin bilgin hanımı… Oku karıcığım oku… Benim bu bilgisizlik günahımı Tanrı senin bilgin bereketiyle affedecektir.”

      O, bir profesör tavrı alarak başladı:

      “Fahner, zevk, ulvilik ve fikrin üç zor kavramını araştırarak tespit etmiştir.”

      Bu üç kelimeden doğru tek bir mana anladımsa Arap olayım. Ama karıcığımı kızdırmanın sırası değildi. İşte bende tuhaf bir his, onu aldattığım zamanlarda yüreğimden kaynayan bir acıma ile daha çok severdim. Ah keşke her sadakatsiz koca benim gibi olsa… Ben bu hissimi hercailiğime, çapkınlığıma karşı denge kuracak bir erdem sayarım.

      İşi pek komikliğe vurmadan hararetle ellerimi ovuşturarak:

      “O araştırıcı zat bu üç kavramı incelemelerle tespitinde ne kadar isabet etmiş. Pek aklım ermez ama bu himmeti, ilim için kim bilir ne büyük bir hizmettir.”

      Karım bu piyazlarımı dinlemez gibi görünerek devam ediyordu:

      “Zevkin tanımı, bütün genel kavramlar gibi hapsedilmek istenilen sınırlardan daima taşar. Ama onun özelliklerinden, niteliklerinden başlıcası hadsi veya defi olarak haz yahut hazzın zıddıyla belirginliğidir. Hiçbir düşünme, akıl yorma bundaki zorluğu açıklayamaz. Çünkü bazı şeyden hoşlanır, bazısından hoşlanmayız. Bunun nedeni her zaman anlatılamaz ve anlaşılamaz. Bu bir zevk meselesidir der geçeriz… Ne dersin bey?”

      Ne diyeyim? Karım Çince söyleseydi yüzünün çizgileriyle ağzından saçılan kelimelerin arasında peyda olan ahenkten belki bir mana çıkarabilirdim. Fen vadisine girince Türkçelikten çıkan bu kendi dilimden bir şey anlayamadım. Sabiha şüphesiz bu cümleleri okuduğu Fransızca kitaptan çeviriyordu.

      “Hanımcığım…” dedim. “Beni ayıplama. Bir şey anlayamadım. Cümlelerin arasındaki hadsi, defi gibi kelimelere bir mana uydurabilseydim bir kavram çıkarmaya uğraşırdım. Ama…”

      “A bey… Epeyce Fransızcan var. Azıcık düşünsen bunların Fransızcadaki karşılıklarını derhâl bulursun.”

      “Türkçe kelimelerimizin manalarını Fransızca karşılıklarını bulduktan sonra anlayacaksak vay bizim hâlimize!”

      “A Öyle ya… Öyle ya… Mesela caractete’i (karakter) bilmezsek ‘seciye’den ne anlarız? Ve yine mesela consience’in manasına vâkıf olmasak ‘şuur’dan (bilinç) ne kavram çıkarırız? Ve keza ve keza…”

      “Demek Türkçemiz yabancı diller istampası üzerine işleniyor?”

      “Şüphesiz… Zihniyet, anane, cidanî, şen’î…”

      “Demek hadsi, defi, marsovanî, hırpani hep bu intikeliye fasilesinden? Aman Allah’ım, Fransızcayı uyar uymaz Arapçaya geçirdikten sonra sıkılmadan buna Türkçedir diyoruz. Böylece ilim ve felsefe dili düzüyoruz. Hadi ben de Fransızca bir kelime söyleyeyim: Sonra bu ‘şarabya’dan anlamayanlara kızıyoruz.”

      “Kızma… СКАЧАТЬ