Bembeyaz lihye-i pâkiyle, beyaz destârı,463
O mehib alnı, o pek mûnis olan dîdârı,
Her taraftan kuşatıp, bedri saran hâle gibi,
Ne şehâmet, ne melâhat veriyor, yâ Rabbi!
Hele gözler iki mihrâk-ı semâvîdir ki:
Bir şuâiyle alevlendiriyor idrâki.
Âh o gözlerden inen huzme-i nûrâ-nûrun,464
Bağlı her târ-ı füsunkârına bin rûh-i zebun!465
– Beni kürsîde görüp, va'zedecek sanmayınız;
Ulemâdan değilim, şeklime aldanmayınız!
Dînin ahkâmını zâten fukahânız söyler,466
Anlatırlar size bir müşkiliniz varsa eğer,
Bana siz âlem-i İslâm’ı sorun, söyleyeyim;
Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim, görmediğim,
Şark-ı Aksâ'dan alın, Mağrib-i Aksâ'ya kadar,467
Müslüman yurdunu baştan başa kaç devrim var!468
Beni yormuştu bu yıllarca süren yolculuğun
Daha başlangıcı… Lâkin, gebereydim yorgun,
O zaman belki devâm eyleyemezdim yoluma;
Yoksa ârâm edemezdim. Bana zîrâ «Durma,469
Yürü, azminde devam et…» diye vermezdi aman,
Bir sadâ benliğimin fışkırıp a'mâkından.470
O sadâ işte benim gayret-i dîniyyemdir,
Coşuvermez mi, içim sanki yanardağ kesilir;
Yeniden davranırım, eğlenemem bir yerde.
Ne cihan kaygusu derman bu devâsız derde;
Ne de can, sonra filân duygusu engel, heyhat!
Can, cihan, hepsi de boş, «gâye»dedir varsa hayat.
Bir zamanlar yine İstanbul'a gelmiştim ben.
Hâle baktıkça fakat, ümmetin âtîsinden
Pek derin ye'se düşüp Rusya'ya geçtim tekrar.
Geçmeseydim edeceklerdi ya zâten icbâr!
Sığmıyor en büyük endâzeye işler artık;
Saltanat nâmına, din nâmına bin maskaralık…
Ne felâket, ne rezâletti o devrin hâli!
Başta bir kukla, bütün milletin istikbâli
İki üç kuklacının keyfine mahkûm olmuş:
Bir siyâset ki didiklerdi, eminim Karakuş!
Nerde bir maskara sivrilse, hayâsızlara pîr,
Haydi Mâbeyn-i Hümâyû’na!.. Ya bâlâ, ya vezîr!
Ümmetin hâline baktım ki: Yürekler yarası!
Ne bir ekmek yedirir iş, ne de ekmek parası.
Kışla yok, dâire yok, medrese yok, mektep yok;
Ne kılıç var, ne kalem… Her ne sorarsan, hep yok!
Kalmamış terbiye askerde. Nasıl kalsın ki?
Birinin ömrü mülâzımlıkta geçerken öteki,
Daha mektepte iken tayy-ı merâtible ferîk!471
Bir müşirlik mi var? Allâhu veliyy’üt-tevfîk!
Hele ilmiyye bayâğdan da aşâğ bir turşu!
Bâb-ı Fetvâ denilen dâire ümmî koğuşu.
Ana karnından icâzetlidir, ecdâda çeker;
Yürüsün, bir de sarık, al sana kâdîasker!
Vükelâ neydi ya? Curnalcı, müzevvir, âdî;
Ne Hudâ korkusu bilmiş, ne utanmış ebedî,
Güç okur, hiç yazamaz, bir sürü hırsız çetesi…
Hani, can sağlığıdır doğrusu bundan ötesi!
Belki üç beş kişi olsun bulur, irşâd ederim,
Diye etrâfa bakındımsa da, endîşelerim
İnkılâb eyledi bir nâmütenâhî ye'se,472
Görünüp sûret-i haktan kimi söylettimse.
Ekseriyyet kafasız; varsa biraz beyni olan:
«Bu hükûmet şu ahâlîye biçilmiş kaftan!
Kime dert anlatacaksın? Hadi anlat şimdi…
Ben mi kaldım, neme lâzım!» diyerek yan çizdi.
Hüsn-i zanneylediğim bir iki fâzıl hocanın,
İstedim fikrini açmak; dedim: «Artık uyanın!
Memleket mahvoluyor, din de berâber gidiyor;
Size Kur'an, bakınız sâde uzaktan mı diyor?»
– Memleket mahvolacak, olmayacak… Baştakiler,
Düşünürler ona, mevcût ise, bir çare eğer.
Gelelim dîne: Ne mümkün çalışıp kurtarmak?
Bedee’d-dînu garîben… sözü elbet çıkacak…»473
Dediler. Yoklayayım şimdi avâmın da biraz,
Nedir efkârı, dedim. Hey gidi vurdum duymaz!
Öyle dalgın ki, meğer sûrunu İsrâfil'in,
İşitip, yattığı yerden azıcık silkinsin!
Yürüyor, altı çürük toprağa gelmiş, seyyar
Bir mezarlık gibi: Her nâsiye bir seng-i mezar!474
Duymamış kaygı denen duyguyu vicdânında.
Okunur her birinin cephe-i hüsrânında,
«Ne gelenden haberim var, ne gidenden haberim;
Serserî-gûne gelelden beri sersem gezerim!»
Eskiden kalma bu söz, sanki o cansız beyinin,
Doğmadan rahmet-i Mevlâ’ya göçüp gittiğinin,
Dest-i kudretle yazılmış ezelî hâtırası!
«Geliyor rûhun için Fâtiha çekmek sırası;
Yazık ey millet-i merhûme!» dedikten sonra;
Atladım Rusya'ya gitmekte olan bir vapura.
O zaman Rusya'da hâkimdi yaman bir tazyik…
Zulmü sevdirmek için var mı ya bir başka tarik?
Düşünen her kafanın mutlak ezilmekti sonu!
Medenî Avrupa, bilmem, niye görmezdi bunu?
Süngü, kurşun gibi kestirme ölümlerle ölen;
Yâhut işkenceler altında ecelsiz gömülen:
Ne soluk var, ne ışık var, ne otur var, ne durak,
İki üç yüz kulaç СКАЧАТЬ
463
Lihye-i pak: Tertemiz sakal.
464
Huzme: Demet.
465
Târ: Tel.
466
Fukahâ: Din bilginleri, dinin fıkhını bilen ulema, bilginler.
467
Şark-ı Aksa: Uzak Doğu; Magrib-i Aksa: Uzak Batı. Fas.
468
İlk baskılarda bu beytin yerinde şu mısralar vardır:
469
Âram etmek: Durmak, dinlenmek.
470
A'mak: Derinlikler.
471
Tayy-i merâtib: Mertebeleri, rütbeleri aşarak.
472
İnkılâb eyledi: Döndü, çevrildi.
473
«Din garib olarak başladı ve başladığı gibi olacak…» meâlindeki hadîs-i şerif.
474
Seng-i mezar: Mezar taşı.