Süreyya seviniyor, “Ah Suat, Suat!” diyor ve sabredemeyerek şimdi gidip her şeyi onların yüzüne haykıracağını ve hepsine birden “Yarın yalı tutuluyor…” diyeceğini söylüyordu. Suat, “Aman Süreyya sabret, iki gün daha…” diye yalvarıyor, Necip zaferin tamam olması için iki gün daha beklemenin iyi olacağını teslim ediyordu.
Süreyya çocuk gibi olmuştu:
“Hemen taşınırız.” diyordu. “ ‘Hemen o gün… Aman burada bir dakika durmayalım! Şu uğursuz yerden kurtulalım… Ah ne zevk Necip, ne zevk! Hepsine birden ‘Biz yarın gidiyoruz artık; bugün yalı tutuldu.’ demek ne zevk! Billahi Fatin’in lokması boğazında kalır. Gözlerinin ne hırs ile açıldığını buradan görüyorum! Ah, bir kere o gün gelse, o gün, o saat gelse bir kere…”
Hemen karar verildi: Yarın pazar değil miydi? Erkenden Necip ile Süreyya gidecek, küçük, şık bir yalı tutacaklardı. Otuz liraları vardı. Suat “Yetişmezse…” diye esefleniyor, Necip temin ediyordu: “Ötesi kolay, asıl lazım olan elde…”
Ve birden Necip kendini hatırlayıp düşündü ki, bu işte o pek bigâne olduğu için hiçbir dahli olamazdı fakat onlar kendisini o kadar hararet, o kadar mahremiyetle işe karıştırıyorlardı ki, artık arzusu hilafına cereyana kapılmaktan başka çaresi yoktu.
Akşam sofraya oturup da Fatin yine iki lokma arasında ağzı gözleri açık olarak yalıdan bahsettiği ve yan bir bakışla beyefendiye sırıtıp hoşa gitmeye çalıştığı zaman üç günlük hezimetin acısı çıkmış oldu. Üç arkadaş zevk içinde birbirlerine baktı.
Süreyya kendini tutamayıp, sakin göstermeye çalıştığı sevinçli bir sesle:
“Evet, yarın gidip tutacağız.” dedi.
Hacer gülerek:
“Hangi han satıldı acaba?” diye eğlendi.
Beyefendi sade yemeğiyle meşgul:
“Mahmutpaşa’da han mı yok? Bir tanesini satmıştır.” diye mırıldandı.
Fatin gülerek, yemek esnasında boğuluyor gibi:
“Vallah billah!” diyordu.
Süreyya bütün bütün söyleyecekti fakat Suat o kadar derin, yalvaran bir nazarla baktı ki, karşıdan Necip, Süreyya’nın mukavemet edemeyip susmasına hak verdi.
Yemekten kalktıkları zaman üç dost Süreyya’nın küçük odasına geçti; balkona çıkmış olan Suat havaya bakarak:
“Hava pek kapanık, Allah vere yağmur yağmasa!” diyordu.
Süreyya artık gülünç bir tavırla:
“Ne?” dedi. “Yağmur mu? Taş yağsa vallah yine gideriz… Değil mi Necip?”
Necip gülerek:
“Hayhay!” dedi.
O zaman tekrar konuştular; yarın nereye gidip nasıl yapacaklarını müzakere ettiler. Suat Emirgân’dan aşağı olmamasını istiyordu. “Beykoz olsa fena mı?” diyordu; Necip karşı sahili tercih ederek Yeniköy’de yahut Yenimahalle’de küçük bir şey bulacaklarını söylüyor, “Oralarda içerilerdeki evler bile yalı gibidir.” diye teşvik ediyordu. Suat’ın asıl istediği tenhalık idi.
On bire kadar konuştular; Süreyya bol bol hayal kurarak yaz hayatını bin türlü sözler içinde şimdiden tertip ediyor, bazı ufak mülahazalarla Suat buna başka tertipler ilave ediyordu.
Süreyya bir sandal bulacaktı; gülerek:
“Bir de araba.” diyordu.
Suat mahzun mahzun başını sallarken:
“Bu uzun olur, değil mi? Asıl o vakit aç kalırız işte.” diye içini çekiyordu.
Yalıda sürülecek zevkleri şimdiden ifrata vardırarak mahzuz olurken birdenbire:
“Lakin bu söylediklerimizi yapmak için bütün yaz yetişmeyecek.” diye gülüşüyorlardı.
Ve Necip son dakikalarda garip bir hüzün içine gömülerek bu mesut karı kocaya bakıyor, “eğer evli olmak bu ise” hiç fena olmadığını görüyordu. Fakat bu izdivacın nasıl müstesna şartlar, tesadüflerle husul bulduğunu düşünerek birçok fena izdivacı göz önüne getiriyor, kendisine “kabil değil, kabil değil böyle bir ikbal teveccüh etmeyeceğini; bu kadar muvafık bir kadına kabil değil nail olamayacağını, mahrum ve zelil hayatını ihtiyarlığa kadar böyle yalnız ve bedbaht sürükleyeceğini” kuruyordu.
Yarın erken kalkılacağından erken yatılmak tavsiyesiyle dağıldıkları sırada Necip hep bu fikirlerin zebunu idi. Odasına gitmek için balkona geçtiği zaman iri, rüzgârlı damlaların yağdığını görerek bu serinlikten istifade için orada durdu, alnını bir direğe koydu ve gecenin karşısında bir müddet öyle kaldı.
Kendini, hayatını düşünüyordu. Evlenmemek hakkındaki kati kararı ara sıra zaafa uğruyordu; şimdi yine o zaaf zamanında idi. Bu karı koca arasında şahit olduğu anlaşma ve yakınlık, bu hararet, bu birinin küçük bir emeli için öbürünün canını verecek derecede telaşı, bu sakin ve mesut muhabbet onu harap ediyordu. Muvaffakiyetleri hep birer hüsran ve azap olan kendi hayatının uzun uzun arzu edilmiş, çalışılmış, kazanılmış muzafferiyetlerinde bile böyle kavi, böyle fedakâr, böyle müşfik ve sıcak samimiyet hamlesine nail olamamıştı. Birçok saadeti, zehirli bir ayrılık yahut muhakkak bir lakaydi ile bitmiş, hiçbiri en mesut zamanında bile şu saadetin sükûn ve letafetine benzeyememişti. Ve bu hayatı tatmadıktan sonra yaşamak ona boş, pek boş geliyordu. “Niçin?” diyor, sonra mutsuzluk ve umutsuzluğun ebedî nakaratı, “Neye iyi!” hitabı takip ediyordu. Onun, zevkin hay ve huyuna tutulmuş, sergüzeştlere meyyal olan tabiatı bunlarla anlaştığı için artık huy olmuş, şimdi kendisinde sükûn ve şefkate, gölgeye, azamet ve şiire müştak bir tabiat uyanmaya başlamıştı. Hayatın en memnun olduğu anında bile ruhundaki eksiklik hissi bir başka ihtiyaç ile dağlanıyordu; şimdi zannediyordu ki, bu ihtiyaç ancak böyle sıcak bir muhabbetle, böyle dostane bir vefa ile tatmin edilecek…
Ilık bir rüzgârla büyük büyük bulutlar uçuşarak geçtikçe seyrek, ağır damlalar serpiliyor, etrafında bunların yapraklara düşmesinden ileri gelen vezinsiz bir ses hışıldıyordu. Necip ıslandığını fark edip karanlığın içinde odasına giderken durdu, yanı başında şimdi işitiyorum zannettiği asude bir teneffüsle uyuyan bu karı kocanın büyük bir hürmet ve muhabbetle mesut olmalarını temenni etti. Layık olan mesut olur fikri bir müddet zihnini işgal etti. Odasına geçip soyunurken hâlâ bunu düşünüyordu.
“Evet.” dedi. “Layık olan mesut olur yahut Goethe’nin dediği gibi layık olan kazanır, kazanamayan layık değildir.”
Sabahleyin Süreyya’nın sesini işitip uyandığı zaman hemen yeni uyumuş gibiydi, o kadar başı küflü ve ağır kalktı fakat panjurları açıp da dışarıdan taze, yeşil, parlak bir yaz sabahı bütün neşe ve tazeliği ile içeri dolduğu СКАЧАТЬ