Название: Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler
Автор: Анонимный автор
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6494-28-2
isbn:
“Sizin zamanınızda sağ mıydı Stella?” dedi genç.
“Hayır!” dedim. “Daha yıllar önce ölmüş olduğunu söylerlerdi.”
Kartını dün aldım. “Seni anmak bana yaşama sevinci veriyor” diye yazmışsın. Ne güzel söz… Aslında aynı duyguyu ben de yaşıyordum da sana anlatamıyordum. Bu, benim için de öyle. Yoksa, yıllar önce İzmir’in yoksul bir mahallesindeki o buluşmamız bir rastlantı değildi. Yolum İzmir’e düştüğünde ilk aklıma gelen kişi sen olmuştun. Yıllar geçmişti aradan görüşmeyeli. İçimde büyük bir merak vardı. Acaba Macide nasıl bir kız oldu!.. O uzun tren yolculuğunda hep seninle olmuştum. Gürültülü caddelerden, uçsuz bucaksız yalnız ovalardan, korkunç uçurumlardan kurtulup sana geliyordum. Sen, tatlı su şırıltılarının işitildiği menekşe kokan yeşil yamaçlarda, sevimli leyleklerin dolaştığı beyaz çiçekli çayırlarda, kırlangıçların üstünde uçuştuğu güzel köyümüzdeydin.
Aklıma, o iç savaş yıllarında dağdaki köyünüzü bırakıp bizim köye indiğiniz gün geliyordu önce. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına karşın o günün kimi anıları gözlerimin önünde olduğu gibi canlanıyordu. Eşya yüklü katırlar, eşekler köyün meydanını doldurmuştu. Ağlayan kadınlar, şaşkın ve korkulu gözlerle bakan çocuklar ve suskun erkekler… Herkesin gideceği yer daha önceden ayarlanmıştı. Sen, kır bir atın üstünde, annenin kucağındaydın. Öne oturtmuşlardı seni. Atın semerine sımsıkı tutunuyordun. Dağınık sarı saçlı, mavi gözlü bir kız… Karşıda, komşunun boş evleri vardı. Sizi oraya yerleştirmeyi düşünmüşlerdi. Ağlamıştın. Ablam gelip seni annenin kucağından alıp yere indirmişti. Küçük, ürkek bir kız. O akşam size yiyecek bir şeyler getirmiştik annemle. Annem eve döndüğünde kendini tutamamış, uzun süre ağlamıştı. “Allah’ım, ne zor iş” diyordu ikide bir… Ben bazı şeylerin iyi gitmediğini seziyordum sadece. Ama annemin ne demek istediğini pek anlayamıyordum. Oysa yaşam insana neler öğretiyor… Evet, yaşamak güzel şey, ama yaşamak kolay bir şey de değil.
Kartın elimde. Onu tekrar tekrar okuyorum. Düsseldrof!.. Macide ve Düsseldrof… Bu kaçıncı gurbet böyle… Ballıca, Yassıköy, Diyarbakır, İzmir ve Düsseldrof!..
İzmir’e, yani sana gelirken çocukluk yıllarımızın en güzel anılarını yeniden yaşamak istiyordum. Yakın çayırlıklara gidip beyaz ve sarı çayır çiçekleri topladığımız günleri, birlikte oynadığımız anları, koşmalarımızı yeniden yaşamak istiyordum. Sonra, kasabaya giden babalarımızın dönüşlerini merakla beklemelerimiz… Onların getirdikleri horozlu şekerleri yalamalarımız… Ne kadar şen, ne kadar mutluyduk.
Sonra nasıl oldu bilmiyorum; bir gün ansızın gidiverdin. Sabahleyin kalkıp size uğradığımda birden vurulmuşa döndüm. Her yer, her taraf bomboştu. Ortalıkta dolaşan bir kediniz vardı sadece. O odalar yine boş kaldı öyle… Nesibe Hala saçakta yün eğiriyordu. “Macideler Türkiye’ye kaçtı oğlum” dedi. “Gittiler… Halbuki ne güzel alışmıştık kendilerine…” Onun bu sözleri, bir ara bezinin ucuyla gözlerini kurulaması yüreğimin derinliklerinde bir yerlerimi sızlattı. Evet, o odalar yine boş kalmıştı siz gidince. Sonra o üzücü haberler. Türkiye’ye kaçarken bindiğiniz kayık batmış, dediler. Annem, zavallı kadın günlerce ağladı. Ben bu habere inanmadım. Daha doğrusu kendimi inandırmak istemedim. Babam, sık sık şehre giderek haberin doğruluk derecesini öğrenmeğe çalıştı. Bir gün hepimizi, bütün köyü sevindiren bir haber getirdi. O haber yalanmış, dedi. Hasanlar Diyarbakır’daymışlar. Türkiye’ye varınca onları alıp oraya yerleştirmişler… Annemin gözyaşları dindi. Ben de rahat bir nefes aldım. Kötü kötü rüyalar görmez oldum. Doğrusu Diyarbakır’ın nerelerde olduğunu bilmiyordum. Ama senin bir yerlerde yaşıyor olduğunu bilmek beni sevindirmeye yetti. İçimde yeniden çayır çiçekleri açtı. Senin mutluluk şarkılarını duyar gibi oldum. İçim sevinçle doldu.
İzmir!.. Sıcak bir yaz günüydü. İzmir’in o amansız temmuz sıcakları… Ama bütün bunlar benim için sorun değildi. Sıcaklar güzel, İzmir güzel, insanlar güzeldi. Diyarbakır’da yaşayamazdınız. Bizim Rumeli insanı oralarda yaşayamaz. Daha yıllar önce Diyarbakır’ı bırakıp İzmir’e geldiğinizi biliyordum. İzmir!.. Şimdi İzmir seninle daha bir güzeldi. Abartmıyorum. O andaki duygularım böyleydi. Hemen orada, Eşrefpaşa Durağı’na yakın bir yerde, bir berber dükkânına girdim bavulumla. Berber orta yaşlı biriydi. Tıraş olduktan sonra berbere bavulumu bıraktım. Durumu kendisine anlattım. Adresi bilmediğimi, ancak mahallenizin adını bildiğimi söyledim. Adam gülümsedi. “Ara, ama” dedi, “burası koskoca İzmir. Şansın varsa birilerine rastlarsın…” Ben sizi bulacağıma inanıyordum. Nitekim mahallenin içine girer girmez daracık bir sokakta simit satan birine rastlamıştım. “Bu, Macide’nin babası” dedim kendi kendime. Yanına yaklaştım… Oydu… Ta kendisi… “Hasan Amca” diye seslendim. Ürktü birden. Sanki derin bir uykudaymış da birden bire uyandırılmıştı.”Hah!..” dedi. “Sen bizim köyden olmalısın…” Yüzüme merak ve şaşkınlıkla baktı… “Bizim burada beni bu adla çağırmazlar da…” Beni tanıyamamıştı. Tanıyamaması doğaldı. Çocukluk yıllarımdan beri beni görmemişti. Şimdi birden, delikanlı sayılacak bir yaşta karşısına çıkıyordum. Değişmiştim. Tanıyamazdı elbet. Kendimi tanıttım. Öylesine içten sevindi ki… Sonra da ne yapacağını şaşırmış bir halde: “Bekle burada biraz” dedi. “Satayım bu simitleri de birlikte eve gideriz. Beş on simit kaldı zaten… Evi bilmiyorsun değil mi?..” “Hayır” dedim. “İlk kez geliyorum bu semte. Ve sadece sizi görmek için geliyorum.” Ben orada, bir gölgede babanı bekledim. Biraz sonra döndü. “Hani bavulun?..” dedi. Ona durumu anlattım. Sonra dönüp birlikte bavulu aldık. Bilmem o günü hatırlıyor musun? Bir çamaşır ipine çorap asıyordun. Ayağında çiçekli bir şalvar… Başında bir eşarp… Beni görür görmez: “Aaa, bu, bizim köyden Hanife Teyze’nin oğlu” demiştin sevinçle. Beni tanımıştın! “Mehmet bu; Hanife Teyze’nin Mehmet!..” Gelişimden, beni görmüş olmandan dolayı memnun olduğun her halinden belliydi… Biraz da heyecanlıydın. Yüzün al al olmuştu. Gelip elimi sıkmıştın sadece. Yavaş bir sesle: “Hoş geldin” demiştin. Sonra, çarşıya çıkmak için hazırlanmıştın. “İstersen sen de gel” demiştin bana. Giyinip kuşanmıştın. O kadar güzeldin ki… “Olur” demiştim sevinçle. Gülümseyerek: “Yanımda koskoca bir delikanlı varken rahatlıkla dolaşabilirim” demiştin. “Hadi gel…” Annen, zavallı kadın, “Misafiri rahat bırak; yorulmuştur…” diye üstelemişti ama kim dinler… Ben zaten senin için gelmiştim oraya. O gün nedense, ne sen o eski çocukluk günlerimizi sormuştun, ne de ben kendiliğimden bunlardan söz etmiştim. O günü konuşmuş, yaşamıştık sadece. Uzun boylu, genç bir kız olmuştun… Sarı, ipek gibi saçların vardı. Boyun benden biraz uzundu. Çarşıya her çıkışında delikanlılar tarafından rahatsız edilişinden söz etmiştin… Bir de sevgilin olduğundan. Biraz bozulmuştum önce… Oysa o an, seninle yan yana yürürken ben ne hayaller kuruyordum. Okuyup okullar bitiriyordum. İş sahibi oluyordum, bol para kazanıyordum. Kimi gerçekleri görmezden gelip seninle evlenmeyi kuruyordum. Seni bu fakir kenar mahallenin çıkmaz sokaklarından kurtarıp içinde faytonların dolaştığı çiçekli çayırlara götürüyordum. Sen, Çalıkuşu romanındaki Feride’nin mutlu anlarındaki gibi şuh kahkahalarınla СКАЧАТЬ