Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler. Анонимный автор
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler - Анонимный автор страница 44

Название: Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler

Автор: Анонимный автор

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6494-28-2

isbn:

СКАЧАТЬ Kadınların gülüşleri ekşi cibre kokan gecede yitip giderdi. Bir ara dışardan Osman Aga’nın sesini duyardık:

      –Gülizar, git getir şu bizim kurbanlığı da size güzel bir çevirme yapayım. O meşe odunları kim bilir nasıl da kor tutmuştur.

      Karısı Gülizar Hanım -hastalıklı, yüzü sarı olduğu için Gülizar Hanım derlerdi- gülümsemeye çalışırdı:

      – Deli bu bizim adam be, derdi. Sahiden deli.

      Bir akşam babam, tam ezan vakti Gülizar Hanım’ın ölüm haberini getirdi. Ortalık kararmak üzereydi. Karanlık üzünce dönüştü, yüreklerimize doldu. O gece Ferişte’yi bize getirdiler, bizde yattı. Sonraki gün, ikindi vakti Gülizar Hanım’ı mezarlığın kuzeybatısındaki karaağacın yanına gömdüler. Osman Aga bir hafta sonra sık sık mezarlıkta göründü. Gülizar Hanım’ın mezarının çevresinde ne kadar karaçalı varsa hepsini kökledi. Bir ara Osman Aga’nın, karısı öldükten sonra camiye gitmediği söylentileri dolaştı. Sözde Gülizar Hanım ölünce kendisini namahremdir diye bir daha yanına yaklaştırmak istememişler, saçlarını okşayıp sevmesine engel olmuşlar. Buna pek içerlemiş Osman Aga, elleri çaresiz iki yana düşmüş:

      –Yaa… demek üle. Demek şimdi Gülizar namahrem bana?.. demiş, ağlamış. O günden sonra da kendisini camiye giderken gören olmamış. Doğrusu ben bu söylentilere inanmadım hiç. İnananlara da için için kızdım.

      Osman Aga, Gülizar Hanım’ın ölümünden sonra daha sık gitti odun kesmeye. Dağdan, adlarını bilmediğimiz çiçekler getirdi bize. Hem de kökleriyle. Kendi avlusuna da ekti bu çiçeklerden. Onları kuyudan su çekerek suladı. Bir gün elinde bir gül fidanı ile bize geldi, bir kürek aldı, çıktı, gitti. Sonraki yaz Gülizar Hanım’ın mezarının başucunda, pembe, tek bir gül açtı.

      Osman Aga’yı son olarak bir yağmur sonrası günü görmüştük. Bugünmüş gibi gözlerimin önünde. Bir grup çocuk, suyun eştiği yerlerde çivi, tel parçaları, eski demirler arıyorduk. Tüfekli iki asker Osman Aga’yı önlerine katmış, karakola doğru götürüyorlardı. Osman Aga’nın sırtında uzun bir yağmurluk, başında örme, kahverengi bir başlık vardı. Başı öne eğikti. Koşarak eve gittim. Ferişte bizdeydi ve ağlıyordu. Babam gece geç saatlerde geldi. Anneme:

      –Adaşın başı dertte bizim. Hemen biraz yiyecek hazırla. Karakolda çok dövmüşler, bırakmışlar. Ama diyil mi kuşkulanmışlar bir kere, bundan sonra Osman’ı ancak Türkiye paklar. Şimdilik saklanması lâzım…Siz hiç merak etmeyin, dedi.

      Bir daha göremedik Osman Aga’yı. Babam bir gece Ferişte’yi de aldı, götürdü. Daha sonra İzmir’e yerleştiklerini öğrendik. Bir ara, Osman Aga’nın, Ferişte’yi zengin bir beye evlâtlık olarak verdiğini duyduk. Annem:

      –Yazık, diyordu. Yazık oldu kıza da Osman’a da. Yap-masaydı ya o işi!

      Babam:

      –Kısmet, diyordu. Kısmet öyleymiş. Osman ne yapabilirdi sanki? Tutmuş çeteciler kendisini, eline para verip, “Bize kasabadan bu eşyaları alacaksın” demişler. “Hayır” desen öleceksin. “Evet” desen ölme tehlikesi var. Birisi peşin ölüm… Osman gene akıllı davrandı; ölümden kaçtı.

      Ne oluyordu? Neydi bu olup bitenler? Neler dönüyordu? Herkesin gözlerinde okunan çaresizlik ve korkunun sebebi neydi? Bunu daha sonra K.K.E. (Yunanistan Komünist Partisi) çetecileri her gece köylere baskın yapmaya, köprüleri, demiryollarını atmaya, birkaç uçağın uzak tepelere kartallar gibi saldırarak ortalığı duman ve derinden gelen uzak patlamalara boğmağa başlamasından sonra anlamıştım. Herkesler işinde gücündeyken, ovanın ortasından geçerek düdüğünü acı acı öttüren bir tirenin çığlığı yerini birden korkunç bir patlamaya bırakıyor, yerden kapkara bir duman yükseliyordu. Yarım saate varmadan tüfekli askerler rasgele, sağa sola ateş ederek geliyor, her önüne geleni tüfek dipçikleriyle döverek topluyor, topladıkları kişileri şehre, kışlalara götürüyorlardı. Dövünen kadınlar, ninelerinin feraceleri altında titreşen çocuklar, suskun yaşlı erkekler bir duvarın altında, götürülen yakınlarını bekliyorlardı. O günlerde ara sıra Osman Aga’dan da haber alıyorduk. Bütün arkadaşları birer iş güç sahibi oldukları halde o daha belli başlı bir işe tutunamamıştı. Dilini de düzeltmiyormuş hiç. Burada nasıl konuşuyorduysa orada da öyle konuşuyormuş. Bu konuşması yüzünden herkes “Muhacir Osman” diyormuş kendisine. O gülermiş buna.“Olsun be” dermiş. “Muhacir diyil miyim?”

      Muhacir Osman!.. Denizin uçsuz bucaksız ufkundaydı gözleri ve durmadan soruyordu:

      –Hasan Çavuşlar’ın tarlasının başındaki kaynarca durur mu? Buz gibiydi suyu… Salardık içine bostanları… Ama yoktur artık. (Sonra bir umutla soruyordu yine ) Yoksam durur mu yerinde? Bazı memleketlilere sorarım, kimi yok der, kimi var. Konuşurlar karı gibi.

      Kaynarca çoktan kurumuş, kapanmıştı ama, “Orda” diyordum. “Aynı eskisi gibi. Buz gibi suyu. İçinden yine karpuzlar eksik olmuyor.”

      –Bizim viranelikler (evler) ne alemde? Bozmuş, yenilemiş kalba Hacıların Bekir onları. Sen belkim de hatırlamazsın, çok çiçek vardı haremde. Papatkeler, hem de kır meneşeleri. Var mıdır gene haremde?

      –Olduğu gibi duruyorlar, diyordum. Hatta kafesler bile. Çocuklar baharda ilk menekşeleri sizin avludan koparıyorlar yine. Bekir, avlunun günbatısına yaptı yeni evi. Hani bir iğde ağacı vardı eskiden; onun olduğu yere. Sizin evler olduğu gibi duruyor.

      Seviniyor, dünyalar kendisine verilmiş gibi oluyordu.

      –Uğlum Ali, getir bize iki çay gene.

      –Ne o Muhacir Osman, bugün doğum günün müdür, nedir?

      Duymuyordu Osman Aga.

      –Sığırtmaç Hasan ne yapar? Sağ mıdır divane? Karısı Rayfe?.. Onun sağ koluna inme inmiş dediler, doğru mu?

      –İkisi de iyi, diyorum. Bir ara Raife Teyze’nin sağ koluna bir tutukluk gelmişti ama, önemli bir şey değil, demişti doktorlar.

      Soruyordu Osman Aga. Bayram sabahlarını, Hıdrellez günlerini, kuyuların işleyip işlemediklerini, akranlarını, evleri, sokakları, bazı belli başlı ağaçları soruyor; bunlarla ilgili en ayrıntılı bilgileri öğrenmek istiyordu. Bir ara sustu. Gözleri uzaklarda, denizin sonsuz maviliklerindeydi. Ardımızdaki masalarda müşteriler konuşuyorlar, garsonun o insanı rahatsız edici sesi ara sıra duyuluyordu. Uzakta bir plak satış mağazasından dokunaklı bir kadın sesi ta bize kadar geliyordu. Osman Aga ağır ağır döndürdü başını bana doğru. Dudakları kıpırdadı. Son sözünü söylemeye hazırlanan bir idam mahkûmu gibiydi. Güçlükle yutkundu.

      –Karaçalılar… Mezarlığın sağ üst köşesinde çok karaçalı vardı bir zamanlar… Gene var mı?..

      Hanidir bekliyordum bu soruyu. Hazırlıklıydım.

      –Karaçalı ne gezer orda? dedim. Büyük bir gül ağacı var. Öyle güzel açıyor ki…

      Elini uzattı.

      –Ver bana o gâvurun cıgarasından, dedi. Sert olsun. İsterse yaksın gırtlağımı!..

4 NUMARALI СКАЧАТЬ