Название: Kuş Kanadı
Автор: Nağaşıbek Kapalbekulı
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6852-04-4
isbn:
Bütün kış çiftliğe gide gele epey cesaret toplamıştım. Kucağıma alıp sarıldığımda saf saf, uslu uslu bir oturuşu vardı! Küçük çocuk gibi her şeye hemen inanıverirdi! Onun için bu dünyada benden daha eğitimli, daha bilgili kimse yoktu. Benden gözünü almadan uzun uzun bakması, her söylediğime hayret edip hayranlık duyması… Her görüştüğümde değişik değişik şeyler anlatırdım. Bende yüksek makam aşkı da vardı. Falanca başkanla birlikteydik, filanca kişiyle konuştum diye övünürdüm!
Eh Aydolu, eh! Sonunda ilkbahara doğru evine gittim. Annesi ile babası, Serektas denen yere yaylaya taşınmışlardı. Güney tarafı kırmızı taşlarla dolu dar boğaz, kuzey tarafı ise yavşan otu yetişen bir bölgeydi. Bir köşeye diktikleri keçe bir evde oturuyorlardı. 1 Mayıs bayramı kutlamaları bittikten sonra Genel Sekreter’in arabasını isteyip yola çıktık. Aydolu önceden söylemiş olmalı ki, annesi güler yüzle karşıladı. Ancak babası ağzını açıp bir kelime demedi, selamlaşırken dudaklarını hareket ettirmekle yetindi. Bir koyunu hızlıca kesiverip etlerini parçaladıktan sonra otlağa gitti. Annesi yemek yaparken bana bir şeyler sorunca Aydolu:
“Anne rahat bıraksana, utanmasın.” diye bir annesine, bir bana nazlı nazlı baktı.
Annesini hemen beğendim. Güzel annesi, çok mutlu görünüyordu. Of! Aydolu’nun annesinden bir şey gizlemediği belli oluyordu, anlaşılan birbiriyle açık konuşuyorlardı.
“Nasip olursa annemle babam istemeye gelecek, bu ayın sonunda evlenmeyi düşünüyoruz.” dedim.
Kavurma yedikten sonra yeşil alana, koyunların otlandıkları bölgeye çıktım. Kuzuları ayrı tutma zamanı bitmişti. Koyunlarla kuzular birlikte otlanıyordu. Her taraftan kuzu ve koyun melemesi duyuluyordu, hoş ve ilginç bir ortamdı. Hava da çok güzeldi, insanı güzelce sallayan hafif ve ılık bir rüzgâr esiyordu. Taşların arasından ve sert toprak tabakasından göz taşı gibi biten yavşan otu görünüyordu orada burada. Koklayınca da kokusu baş döndürüyordu. İnsanı rahatlatan güzel bir ortamdı. Pır pır uçan kuşların sesleri ne kadar hoştu!
Kızın babası, benim müstakbel kayınpederim, ilkbaharın güzel ve ılık havasına rağmen kalın giyinmişti, kafasından kalın kürkten yapılmış eski şapkasını çıkarmamıştı henüz. Kızı, geldiğimiz sırada üzerini değiştirmesini söylemiş gibiydi. Hiç tepki vermedi. İki kişi, koyunların tamamını vadinin alt tarafındaki yavaşça şırıl şırıl akan tertemiz nehre su içmeye indirdik. Sonra da yüksekçe bir tepenin üzerine geçip oturduk. Oradan etraf net görünüyordu. Yamacın üzerine güneşte iyice kuruyup yanan kıpkırmızı taşları yığmışlardı.
“Bunu neden bu şekilde yığmışlar?” diye sordum kırmızı yanaklı çobana.
“Buna kurgan derler. Serektas Kurganı burası işte. Her yerin kendi adı vardır, her yüksek tepenin üst kısmına bunun gibi kurganlar yaparlar. Şurada gördüğün iki kurganlı tepenin adı Koskudık3, şu vadideki suyun aktığı yöndeki bir sonraki vadinin adı Kızılsay, şu tarafımız Kakpaktı, şu uzakta bulanık bir şekilde görünen Buvırlı’dır.”
“Neden Serektas dediklerini biliyor musun?”
“Eskiden Serik denen yakışıklı bir delikanlının Aymankül adlı kıza âşık olduğu söylenir. İkisinin düğünü yapılırken yurda düşman saldırınca düğüne son verilmiş. Daha beyaz perdelerinin arkasına geçmeden, damat yurttaki diğer erkeklerle birlikte savaşa gitmiş. Aymankül her gün kendi çadırının yanına bir taş getirip bırakmaya başlamış. Böylece günler geçmiş, aylar geçmiş. Yıllar da geçmiş yavaşça. Serik ve diğerlerinin düşmanı kutsal Türkistan’ın ilerisinde takip edip kovaladıkları haberi gelmiş. Aymankül, her gün bir taş getirip örmeye devam etmiş. Kocaları savaşta olan diğer kadınlar da bunu görünce her gün bir taş getirip bırakmaya başlamışlar. Serik ve diğerleri düşmanla kırk yıl savaşmışlar, 40 yerden yara almışlar. Gencecik delikanlı, 60 yaşını geçmiş yaşlı ve zayıf ihtiyar olarak dönmüş yurduna. Özlemden iyice yaşlanıp ihtiyar bir kadına dönüşen Aymankül’ün ördüğü taşlar 40 yılda yüksek bir dağ olmuş. Her gün o dağın başına bir taşı taşıyıp bıraktıktan sonra kocasının gittiği yöne bakarmış gözleri iyice yorulana kadar. Bu şekilde bakıp otururken kayınbiraderleri yüksek sesle müjde isteyerek gelmiş koşa koşa. O haberi aldığında Aymankül, yüreği dayanamamış, kendi yükselttiği taşlı tepenin üzerinde yaşamını yitirmiş. Serik, eşinin yanına gelmiş, kafasını kaldırmış ve gözyaşları sel olana kadar, bir gün bir gece ağladıktan sonra o da yaşamını yitirmiş.
Ondan sonra bu tepe ‘Serik’in Taşı’, ‘Seriktaş’, ‘Serektaş’ adını almış. Buraya gelen giden yolcular geçerken bu tepeye birer taş getirip bırakırlar, oğlum git sen de bir taş getirip şu kurgana bırak.” dedi Aydolu’nun babası. Of!.. Babasının bu efsaneyi bana neden anlattığını düşünüyorum son günlerde sık sık. Neden anlattı?
Of! Bir taşı kaldırıp tepenin başındaki kurgana bıraktım. Aydolu’nun evinden beşparmak4 yemeği yedikten sonra döndük. Dönerken Aydolu’nun babası: ‘Oğlum, düğün yapılmadan, kız istenmeden damadın kız tarafına gelmesi doğru değildir.’ dedi. Of!
Bir hafta geçtikten sonra beni askerlik komitesine çağırdılar. O zamanlar askerlikle ilgili yasanın sert olduğu zamanlardı. Elime askere çağırma yazısını tutuşturup altı aylığına askere gönderdiler. Altı ay asker çizmesi giyip Novosibirsk’te yer tekmeledim. Kız isteme, evlenme konuları ertelendi elbette. Yapacak iş kalmadığı zamanlarda mektup yazdım. Ondan gelen mektupları okumak da çok ilginç oluyordu. Ne kadar saf bir insandı… Ne kadar güzel ve temiz duygulardı…
Askerden sonbaharda döndüm. Geldikten sonraki ertesi gün işe başladım. Aydolu telefon edip ‘Hemen geliyorum.’ dedi. Şuradaki Şiyen’de oturur. Öğleye doğru büroma geldi. Çok özlemişim, hemen sarıldım. Hüngür hüngür ağlamaya başladı, gözyaşları sel gibi aktı!
Aydolu’mu elinden tutup derhâl Tilemis adlı dostumun evine gittim. Dostum ve eşi gelişimize çok sevinerek büyük ilgi gösterdiler. İçkili sofra kurup kutladık, eğlendik. Ardından yapılacak düğün konusu konuşulmaya СКАЧАТЬ
3
Çift kuyu
4
Kazak millî yemeği