Название: Kuş Kanadı
Автор: Nağaşıbek Kapalbekulı
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6852-04-4
isbn:
“Ağabey, otobüsün arka kapısının ön basamağına gidip sigara içip gelebilir miyim?” diye izin istedi.
“Git, git…”
“Siz içmiyorsunuz değil mi?”
“O olaydan sonra elime sigara tutmuş değilim.”
“Ya, öyle insan da olur muymuş?”
Yüzü böbrek biçimli genç kadın, kısacık kesmiş saçını arkaya atmış, ilerideki kapıya dayanarak esrarı büyük bir iştahla içine çekiyordu. Küçük buzağılar annelerini emerken başlarını sağa sola sallarlar, sevinerek büyük bir keyif alırlar ya, aynı onun gibi… Esrarı zevkle içine çekiyordu. Esrarın midemi bulandıran kötü kokusu geldi burnuma. Kusacakmış gibi oldum, zor oturdum. Genç kadın, sonrasında hızla gelip tekrar yanıma oturdu. Gözlerine kıvılcım gelmişti, parlıyordu. Yanaklarına da kan gelmişti, gülücük saçıyordu.
“Abi, abiciğim, savaş meydanından sağ salim dönerse, hem Jorik’i, hem kendimi tedavi ettirmeyi planlıyorum.”
Bir şey demedim. Ne diyeyim? Onun kendi kendini kandırdığı sözlerine nasıl inanayım?
“Annen ve baban biliyor mu?”
“Hepsi de biliyor. Kızıyorlar, arada bir hocalara, halk hekimlerine götürüyorlar beni. Kırgızistan’daki ünlü bir hocaya kadar gittik. Hiç de etkili olmadı. Zehir tüm bedenini sarmış.”
“Ya kendin?”
“Benim için artık fark etmiyor. Hayatım var ya ağabey, rüya gibi. Kafam, içine binlerce sivrisinek ve büve girmiş gibi karışır. Uyuduğumda ise rüyama yılan girer. Yalın ayaklarla, tıslayan beyaz, kırmızı, simsiyah yılanların üzerinden geçiyor görürüm kendimi. İlk zamanlarda çok korkardım, ödüm kopardı. Artık alıştım. Beyaz kafalı, uzun, ince, alacalı yılanım önüme geçip yol gösteriyor, ben de peşinden takip ediyorum.”
İç çektim, kendi kendime, “Hey erkenden solan lale gibi güzel kızlarımız, hey yaşamı rezil olan güçlü, kuvvetli yiğitlerimiz, hey! Dinç, taze gençlerimiz hey! Siz kanlı savaşta hayatınızı kaybetseydiniz, size şehit derdik. Siz de cennete giderdiniz. Peki şu binlerce insanı beyninden edip deliye çeviren, aklını alan zehir için yola çıkıp onun uğrunda vakitsiz öldüğünüzde, sizin arkanızdan ne diyeceğiz?” diye düşündüm.
“Abi söylemediniz ki, Jorik savaş meydanından sağ salim dönecek mi, dönmeyecek mi?”
Dünyanın hangi köşesinde olursa olsun dilleri aynı imiş…
Eskiden askerde Valdemar da esrar bölgesine gitmeyi ‘savaş meydanına gitme’ derdi.
“Çok zor…”
“Ağabey, biliyorum, biliyorum. O bedbahtım dönmeyecek, tuz gibi yok olup gidecek desenize. Rüya görmüştüm, çok kötü bir rüya. Gitme diye yalvarmıştım. Mahvolacak artık. Bitti desenize!”
Daha demin gülücük saçan, böbrek yüzlü genç kadın, gözyaşlarını akıtıp hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Ben ineyim kızım, Taraz’a geldik.”
Elimden sımsıkı tutan kadın, gözleri yaşlara dolup sesli sesli burnundan soluyarak:
“Ağabeyciğim, o gelsin, geleceğini söyleyin. Köleniz olayım!” diye silkelemeye başladı.
“Bilmiyorum kızım. Bıraksana, midem bulanıyor.”
Otobüsten iner inmez arkama dönüp baktım. Genç kadın, yüzünü cama dayamış bir şeyler söylüyordu. Yediklerim ağzıma gelmişti, midem bulanıyordu. Kafam zonklarken, duraktaki direğe dayanarak ayakta zor durabildim. Koca göbekli kırmızı otobüs, dumanını kustuktan sonra soluk soluğa yoluna devam etti.
İki-üç gün boyunca ateşim yükseldi, yediklerim geri çıktı, sürekli mide bulantısı çektim. İç organlarım olduğu gibi ağzıma gelmişti sanki. Burnumdan esrar kokusu gitmek bilmiyordu, bir türlü kendime gelemiyordum.
İki-üç gün boyunca televizyondan Şu bölgesinde büyük bir esrar grubunun yakalandığı haberi yayınlandı tekrar tekrar. Alaca çuvalı sırtına almış, çökük ve zayıf yüzlü, gözleri parlayan, bir deri bir kemik Jorik’i hemen tanıdım.
“Hey bedbaht, hey zavallı genç!”
BEYAZ PERDE
Yoğun bakım ünitesi, ölüm ile yaşam arasındaki savaş alanına benzer. Bu ünite odasında kalan hastaların da bu dünya ile öbür dünya arasındaki sınırda bulunduklarını düşünmeliyiz. İki kişilik odada uzun boylu, saçları erken ağarmış, sivri burunlu oda arkadaşım hüzünlü bir şekilde yatıyordu. Sadece arada bir, of diye göğsünü parçalarcasına derin bir nefes alıyordu. Ayağa kalkıp dolaşamayınca sıkılmıştım. Oda arkadaşımla konuşarak zaman geçirmek istemiştim. İhsas ederek onu konuşmaya çekmeye çalışıp doğru dürüst cevap alamayınca, sıkılıp yorulmuştum. Ancak üçüncü gün sırık gibi uzun boynunu kaldırıp yatağında dizlerinin üstüne oturdu. Gözlerime ilk ilişenler, hızla aşağı yukarı hareket eden boğazı, kat kat olan cildi ve biçimsiz uzun boynu oldu.
Konuşurken ipince parmakları durmadan hareket ediyordu, iki avucunu ovalayıp duruyordu. Oda arkadaşımın adı Amir’miş. Koskoca bir bakanmış. Ben de pek çok yazardan biriydim. O gün konuşmaya istekli görünüyordu.
“Senin kalbin neden rahatsız?” dedi.
Bir yaş büyük olmasından istifade ederek, resmiyeti kaldırmış, hemen ‘sen’e geçmişti.
“Küçücükken öksüz kaldık… Gülle gibi sıkıntıların hepsi tek kalbe baskı yapmıştır.”
“Hımmm…” Durmadan çıtlattığı parmakları nereye koyacağını bilmiyordu sanki. “Kalbim beni bir kere bile rahatsız etmiş değildir.” Kıs kıs güldü. “Ben genel olarak hastalık nedir bilmeden büyümüş bir insanım. Buna inanır mısın? Annem ve babam sağlar, altı kardeşimin hepsi önemli görevlerde çalışır.”
Ben oda arkadaşıma kıskançlıkla baktım. Bir insanın nasıl olur da her şeyi tam olurdu, bir insana nasıl da döke saça her şey verilirdi. Önünde annesi ile babası, ağabeyi ile ablası, arkasında kalabalık kardeşleri olanları gördüğümde yalnızlığım ve öksüz oluşum aklıma gelir, yüreğim yanmaya başlardı ya… İşte, kimi insanlar hastanenin ne olduğunu bilmeden büyürken, benim şu kemiği açılmış beyin gibi olan güzelim ürkek kalbim, çarparak ağzımdan fırlayacak gibi oluyordu. Yılda birkaç defa, ister istemez hastaneye yatıyordum. Cebimde ilacım eksik olmazdı, azıcık yorulup takatim kesildiğinde, hastalıklı kalbim kafese atılan aslan gibi göğsümü parçalarcasına içeriden vurmaya başlardı. Kurşun yemiş yaralı hayvan misali, yarı baygın bir hâlde yaşamaya ne kadar devam edeceğimi kim bilebilirdi? Yaradan Allah’a yalvararak ondan СКАЧАТЬ