Название: Kuş Kanadı
Автор: Nağaşıbek Kapalbekulı
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6852-04-4
isbn:
“Benim adım Tusan, gerçek adım Turmagambet. ‘Rüstem Destan’ı yazan bir şairin adıymış. Ona benzeterek koymuşlar.”
“Evet Tusan, Turmagambet! Bugün gücünü bir göster bakayım.” diye ilk hareketi yaptım.
Allah, Allah! Ben bin düşünüyor, kafamı epey yorarak taşı zar zor hareket ettiriyordum. O ise anında tak tak diye ilerliyor, kahkahalar atıyordu. Yüksek sesle güldüğünde dertleri kayboluyor, gözleri ışık saçıp yüzüne kan geliyordu. Neşesinden büyük keyif aldığı belli oluyordu. Ne kadar oynasak da hep kaybettim. Çok üzülmüş, sinirlenmiş olmalıyım.
“Al işte eşit olduk!” diyerek yerinden kalktı.
Benim gözlerime bakıp özellikle eşit olmamızı sağladı. İlginç olanı her gün öğleye doğru dama oynamamız olmuştu. Evinden annesinin kızgın ve acı bağırmaları duyulana kadar oyunu bırakmıyorduk. Onun kahkahaları, çocuksu güzel gülüşleri ayazlı bölgede sık sık yankılanır olmuştu. Saf ve pak gülüşler… Zafer gülüşleri… Neşeli gülüşler… Çok mutlu olarak kalkıp giderdi. Kaşlarımı çatıp üzgün üzgün dönerdim ben de evime.
Bazen ağır işleri yaparken de ondan geri kalmamaya çalışırdım. Kendimce onunla yarışmak isterdim. Yapılı ve tıknaz çocuk, yorulmak nedir bilmezdi. Ben ise arık ve bitkin at gibi ter içinde nefes nefese kalır, kızarır, bozarır ve yorulurdum. Tatil bitene kadar onunla dama oynadım. Bir kez bile yenemedim. İki hamle yaptırmadan yakalar, tak tuk diye taşlarımı yiyiverirdi.
Bazen hayvanları suvarmaya birlikte giderdik. Ondan daha bilgili olduğumu sergilemek için kahramanlık destanlarından alıntılar anlatırdım.
“Kaysar sen biliyor musun? Rüstem Bahadır neden oğluyla savaşır, neden teke tek dövüşür?” dedi.
“Hangi Rüstem?”
“Rüstem destanı var ya. Bizim evde kitabı var. Babam her akşam yemekten sonra sesli okur. Okuyup bitirince tekrar baştan başlar. Yanında oturup bazı yerlerini ezberledim bile.”
“Hadi okusana.”
Sağ kolunu sallayarak sesini değişik değişik çıkarmaya başlamıştı; bir bahadır, bir düşman gibi oluyordu. Rüstem bahadır hakkındaki destanı etkili bir biçimde okudu.
İçimden, “Hayda şuna bak!” diyerek ağzım açık, hayretler içinde dinledim kendisini.
Doğrusunu söylemem gerekirse, “Rüstem Destan”ı adlı bir karışlık kalınlıktaki kitabı görmüşlüğüm vardı, ancak okumamıştım. Kırağı ile gömülmüş yoğun kamışlı, parlak buz ile örtülü Kızılsay adlı küçük ırmağın kenarında o, destanı uzun çok uzuuun anlattı. “Gider gitmez o kitabı bulup derhâl okumalıyım! Ne muhteşem!” dedim kendi kendime.
“Keşke Rüstem gibi bahadır olsam!” dedi o parlak buzu çatır çatır oyarken.
Çobanların çocukları her zaman hayalci olurmuş. Ben de bazen şu aydınlık dünyaya bakıp hayallere kapılırdım. Öğleden sonra sıra dama oyununa gelirdi. Sürekli yenilmekten olmalı ki canım sıkılmaya başlamıştı. Ancak inatçı huyum üstün geliyordu.
“Hey soğan gibi soluyası haylazlar!” diyen Tusan’ın annesinin geldiğini fark etmemişiz bile. Annesi tir tir titriyor, sesi ise zor çıkıyordu. “Anjinim tuttu, ateşim yükseldi, ölmek üzereyim! Allah ölümünü gösteresi Tusan! Sen buradaymışsın. Oyunun batsın inşallah!” diyerek tahta ile dama taşlarını hızla çekip aldı. “Hadi eve lanet olası!” diyerek elindeki kırbacı ikincinsinde de geçiriverdi.
Tusan, tüm hızıyla koşarak uzaklaştı. Akşam koyunları karşılamak için çıktığımda Tusan’a rastladım.
“Dama taşlarını tahtası ile birlikte sobaya attı.” dedi.
“Ne zaman oynayabiliriz?”
“Önemli değil. Bir çayın kâğıt ambalajını saklamıştım. Ondan yaparım. Yarın öğleye hazır olur. Sen babama ‘Kahramanlık Destanları’ adlı kitabı bulsana. Biliyor musun okumayı aşırı seviyor. Anneme kızma, biliyorsun hasta. Uyurken iki göğsüne yılan sarılmasından uyanmış ve korkusundan hiç hareket edemeyip donakalmış. Babam yetişmiş de yılanı kaptığı gibi dışarı atmış. Annem o gün bu gündür ürkme hastalığına yakalandı. Sekiz aylık bebeği ölü olarak doğdu, bin çeşit hastalık edindi. Her yıl doğum yapar, ancak yürümeye bile gücü yok. Ben olmazsam ölür. Biliyor musun beni ölesiye sever. Ben uykudayken sarılıp öper, başımı sıvazlayıp ‘Aslanım Tusan’cığım benim, yazık oldu sana, günahını aldım. Okutamadım seni. Okutamadım.’ diye ağladığında gözyaşları yüzüme damlar. Uyanık da olsam uyuyormuş gibi yatmaya devam ederim. Hastalık yordu, bitirdi. Allah’tan hep iyileşmesini dilerim.”
Onun büyük gözleri yaşla dolmuştu. Ağladığını göstermemek için, arkasını dönüp uzaklaştı. Giderken çöken omuzları sarsılıyordu.
“Tusan, sana ilkbahar tatilinde yepyeni dama getireceğim!” dedim arkasından.
O, duymazlıktan geldi, dönüp bakmadı. Boğazım düğümlenerek ben de hıçkıra hıçkıra ağladım kendi kendime. Geceleyin öğrencileri toplayan Poltara İvan isimli iri yapılı sarışın şoförün arabasına binip köyün, yatılı okulun yolunu tuttum.
İlkbahar tatilinde getirdiğim yepyeni damamı gören annem:
“Aşimhan abim çok zor durumda. Yengemiz aniden vefat edince onca çocukla köye taşındı.”
“Peki Tusan?”
“Tusan, çobanın birine yardımcı olarak çalışmaya başladı.”
İlçe öğrencileri arasında dama şampiyonu unvanını kazanarak iyice hazırlıklı gelen benim için annemin haberi alnıma taş vurulmuş gibi tesir etti.
Şakası yok, o zamandan bugüne kadar nice yıllar geçti. Dünkü gencecik delikanlılar, bugün altmışını geçen birer olgun adamlar oldular. Köy ve sınıf arkadaşlarımla Sadabay’ın düğününde başköşede oturmuş, Alpamıs’ın sunduğu kelleyi kemiriyordum. Bir yandan da uzun zamandır görmediğim akrabalarla samimi ve hoş sohbet ediyordum.
“Dayı oğlu Tusan nerelerde bugünlerde?” diye sordum.
“O, köyümüzün et parçalama ustasıdır. Kendisi et parçalıyor ilerideki evde.” dedi Sadabay.
Sıcak havaların devam ettiği sonbahar mevsimi. Aladağ’ın eteği büyük bir keyif içinde uzanıyordu. Kapının önüne çıktığımda Sadabay:
“İşte Tusan.” dedi.
Eyerde dimdik oturan Tusan’cığım atıyla sokağın yokuşunu çıkıyordu. Dayı oğlu Tusan’ı görmeyeli uzun zaman olmuştu. Köyün ötesindeki çocukluğumuzun neşesi olan şu yüksek Aspankora Dağı gururlu dağ tekesi gibi mağrurlanıyordu. Yaklaştım ve sordum;
“Tusan, СКАЧАТЬ