Şıpsevdi. Hüseyin Rahmi Gürpınar
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Şıpsevdi - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 21

Название: Şıpsevdi

Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6486-25-6

isbn:

СКАЧАТЬ olsun, veririz!”

      Şekure Hanım, Meftun’a hitap ederek:

      “Oğlum, bana bak. Tavuktan sonra başka yemek, yemiş lakırtısı açacaksan anası bu Hasene kızı şimdiden dışarıya çıkarsın! Vızıltısından başım kazana döndü. İnsana hiç ağız açtırmıyor. Lakırtı söyletmiyor ki… Sus yavrum dedin mi adamın geçmişine sövüveriyor.”

      Vesile Hanım, dargın dargın annesine:

      “Anne, senin de gözüne bu kız diken olmuş… Sana gezindiği pat pat, dokunduğu çat çat geliyor. Sövüp de kimin ırzını lekeledi? A çocuktur bu. Tavuk lakırtısı olur da imrenmez mi? Hepinizin ağzı sulanıyor ama ses çıkaramıyorsunuz… Tavuğu nasıl parçalarsın? Budunu kime verirsin? (yutkunarak) A, bu suallere dayanılır mı? Hacivat’ın dediği gibi, ben de tavuğun derisiyle gerisini severim…”

      Meftun, artık kızgınlığını zapt edemeyerek:

      “Ohhha… Teyze, şimdi tavuğun neresini seversin diye soran oldu mu?”

      “Soran olmadı ama hani şu lakırtının temsilini söylüyorum.”

      Hasene ince sesiyle bağırarak:

      “Anneeee, ben de derisini severim. Cücüğünü de severim.”

      Vesile Hanım artık bu sefer hiddetini yenemeyerek Hasene’nin iki omuzundan yakalar. Kızı kaldırıp kaldırıp yere vurarak:

      “Al sana budu! Al sana derisi! Al sana cücüğü…”

      Hasene kopardığı çirkin çığlıklar arasında öyle ağır küfürler salıvermeye başlar ki büyükanası işitmemek için kulaklarını tıkayarak:

      “Kızım Vesile, şu yumurcağı götür, dışarıya at! Söylediği küfürlerden şimdi abdestim bozulacak…”

      Vesile Hanım kızını, pençesinin olanca hiddetiyle kavrar, bağırta bağırta odadan çıkar… Onlar uzaklaştıkça ağlama yaygarası da derece derece sönerek nihayet odadan işitilmez olur. Meftun alnının terlerini silerek:

      “Oooohhh, kulaklarımız dinlendi. O çocuk değil, maazallah, afacanın büyüğü! Teyzem burada misafir olarak bulunuyor. Bir şey söyleyeceğim, hatırı kalacak. Fakat insan tahammül edemiyor. (sözü Raci’ye çevirerek) Tavuğu güzel ayıramadın birader. Ben tarif edeyim de dinle. Hatırından çıkmayacak özel bir dikkatle dinle. Efendim, sol eline çatalı, sağ eline de bıçağı alırsın. Tavuğun sana en yakın olan kanadından işe başlarsın. Evvela çatalı kanada saplar, sonra kanadın gövdeye bağlı bulunduğu çizgi üzerinden ameliyata girişirsin. Alışkın bir el onu kolayca ayırıverir. Kanadın kesilmesinden sonra tavuğun aynı taraftaki budunu, yani kesilmiş kanat tarafındaki budunu aynı yolda kesersin. Sonra hayvanın kesilmemiş tarafını önüne çevirir, öbür buduyla kanadı üzerinde de aynı işi tekrarlarsın. Sonra tavuğun göğsü ile gerisi, bir de gövdesi, yani Nuh Aleyhisselam’ın gemi yapmak için model tuttuğu teknesi kalır. Bunların her birini ikişer kısma ayırırsın. Sofradakilere dağıtırken en iyi parçaları kadınlara vermek nezaket icabıdır. Pratik görgü kitabı yazarlarından bazılarının sözlerine göre de tabağı herkesin önüne götürerek seçimi onların oylarına bırakmak daha uygun düşer. Bu evde senden, Hasene’den rahat olmadığı için sofrada tavuk bulunduğu zaman iyi parçaları hanımlara ben taksim edeceğim…”

      Kadınnine Şekure Hanım, iki defa esneyerek:

      “Hay ömrüne bereket evladım. Elbette tavuğun iyi taraflarını büyükannelere vermelidir.”

      Raci, yemek meselesindeki araştırmalarının derinliğini gösteren bir sesle dedi ki:

      “Ağabey, bazen ben tekmil bir tavuk yerim de gene doymam. Siz o hayvanı kaç parçaya ayırdınız? İki kanat, iki but, dört parça. Göğsü, gerisi, teknesi de ikişere ayrılırsa eder altı parça… Hepsi on parça… Vay efendim vay! Sofradakiler bu parçaları yalayacaklar mı? Bir tavuğu on kişi nasıl yer? Buna yemek değil, koklamak demeli… Hele hissesine tavuğun kafes tarafı düşenler çatal kullanmak zorunda kalırlarsa bu zavallılara koklamak bile düşmez.”

      Meftun kaşlarını çatarak ciddi ciddi:

      “Hep bu dediklerine özel bahislerde cevap vereceğim. Sen şimdiden lakırtı karıştırma. (önündeki kitaba bakarak) Hanımlar, efendiler, dikkat ediniz. Derse başlıyorum… Sofraya nasıl oturulur? İşte bu, bir meseledir. ‘Savoir-vivre’ye ait mühim bir mesele… Sofraya oturmasını bilmeyen yalnız hazır bulunanları kendine güldürmekle kalmaz, âleme terbiye noksanını da göstermiş olur.”

      Şekure Hanım: “A, öyle ya civan oğlum… Ben Rebia’ya bin defa söylerim. Sofraya yavaş otur derim. Gelir ya ayağıma basar ya kedinin kuyruğunu ezer ya bardağı devirir. Hiçbir gün de yavaşça usturuplu oturduğunu görmedim. Nerede o kız? Kulaklarını açsın da bu sözleri dinlesin.”

      Rebia, karşıdan bir elini kalçasının üstüne koyup ötekini Çingene gibi sallayarak:

      “Kuzum, kuzum… Hasene’yi odadan kovdunuz da şimdi gözünüze ben mi diken oldum? Kadınnine, bana söyleyeceğine kendini düşün. Sofadaki su testisine çarpmadan, elinden değneğini düşürmeden, iskemleyi devirmeden sofraya oturabildiğin var mı? Bir defa Pamuk’un kuyruğuna kaza ile bastımsa ne oldu? Söyler söyler hep onu söylersin. Geçen günü o pis kedi aşağıda büyük süt kâsesinin içinde tekmil vücuduyla banyo etti… Daha söyleyeyim mi?”

      Meftun: “Sütün içinde banyo mu etti? Süt banyosu… Banyolardan bahsettiğim zaman onu da anlatacağım. Fakat şimdi susalım. Ağız açmaya bana meydan vermiyorsunuz ki. Rebia, sesini kes, yoksa şimdi seni de… Evet, alafranga bir yerde misafir bulunduğunuz zaman sofraya oturuşunuzdan nasıl terbiye görmüş olduğunuzu ilk bakışta anlayıverirler. Sofraya oturmadan oturmaya fark vardır, anlıyor musun kadınnine? İşitiyor musun valide? Sözlerim kafana giriyor mu Rebia? Gayet nezaketle oturmalı. Öyle iskemleye gömülür gibi yayılıp oturmamalı. Havluyu64 açmalı, dizlerinin üstüne örtmeli. Havlunun ucunu yeleğinin, korsajının arasına sokmak, hele yakalığın içine geçirmek terbiyesizliktir. Boyunun etrafına halka gibi bağlamak bütün bütün ayıptır. Ha, bak valide, burada sizin için dikkat edilecek bir şey var. Kadınlar eldivenlerini bardaklarının içine koymamalı, yelpazeleriyle beraber sofranın üzerine, sağ tarafa koymalıdırlar. Baron Staff’ın ihtarına bakılırsa eldivenleri çıkardıktan sonra cebe koymak lazım geliyor.”

      Rebia, yavaşça Lebibe’nin kulağına:

      “Leblebi koydum tabağa, laf söyledi bal kabağı… Bizim eldivenle, yelpazeyle sofraya oturduğumuz var mı?”

      Meftun, hatiplik makamından elini kaldırarak:

      “Gene ne o? Rebia, yanındakinin kulağına ne fısıldıyorsun?”

      Rebia, biraz bozularak:

      “Hiçbir şey… Alafranga sofraya lohuk macunu korlarsa parmakla mı yenir, çatalla mı? Onu soruyorum.”

      Meftun: “Şimdi lohuk macununun münasebeti var mı burada?”

      Dışarıdan teyze Vesile Hanım, tık tık kapıyı СКАЧАТЬ



<p>64</p>

Peçeteyi. (e.n.)