Şıpsevdi. Hüseyin Rahmi Gürpınar
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Şıpsevdi - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 17

Название: Şıpsevdi

Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6486-25-6

isbn:

СКАЧАТЬ İsmi de söylüyor ki bu, yenmez. Kadınnine, eski Rumca bileydin ‘cataplasme’ denilince anlardın ki ‘kata’ üzerinde ve ‘plasma’ yapıştırma demektir. Binaenaleyh lapaların hepsi yapıştırılır, yenmez. Belki Fransa’da on beşinci, on altıncı yüzyılda böyle bir yemek vardı. Şimdi bunun yenilmesi büsbütün demode olmuştur. ‘La cuisine dans les siècles passés’ yani ‘Geçmiş Asırlarda Mutfak’, sen bu kitabı okumadın.”

      Kadınninenin, yarı anladığı bu cevaba pek canı sıkılır. Fransız listesinde mevcut olmayan yemeklerin o evde yenmesi yasak… Bir lapa yemek için sekiz kitap mı okumalı? Lapa yenmez, yapıştırılırmış. Süphanallah!.. Onun yapıştırılanı keten tohumundan yapılır… Ağrıya, sızıya turşu lapası yapıştırıldığı hangi kitapta, hangi memlekette görülmüş?

      Artık büyük hanım dayanmaz, ağzını açar:

      “Bunları keşke sağlıkla, selametle öğrenmez olaydın! Her lakırtıya bir kulp takıyorsun… Turşu lapası yapıştırılırmış. Haydi buna öyle dedin… Ya o canım yoğurtlu tatar böreği, o da mı yapıştırılır? Dereotlu, peynirli piruhi diye kaç zamandır içim titriyor… Bıktım artık Zarafet’e pişirttiğin öküz etlerinden. Yumruk kadar kaskatı bir parça, bıçak kesmez, diş kesmez, elle parçalanmaz… Boğazım yırtılıyor yutuncaya kadar. Bu nedir ettiğin ayol? Alafranga diye kâseleri ortadan kaldırdık. Tabakla çorba içmeye başladık. Geçen günü biz yemek yerken komşu Hürmüz Hanım geldi: ‘A, ayol tabakla mı çorba içiyorsunuz?’ dedi, bize güldü, gitti.”

      Meftun’un ev içinde alafrangada adına çıkardığı bidatlere Şekure Hanım sekiz on gün dişini sıkarak tahammüle uğraşıyor, yalnız torununun arkasından söylenmek, atıp tutmakla yetiniyor; ama iş turşu lapasından, yoğurtlu tatar böreğinden tamamıyla mahrum kalmaya gelip dayanınca yüzüne karşı çekişmekten de kendini alamıyordu. Aile fertlerinden kim hastalansa Meftun Bey, hastanın nabzını tutar, saati çıkarır, vuruşları sayar, diline bakar, karnını fiskeler, göğsünü, arkasını dinler. Çünkü beyefendi Paris’te bulunduğu sırada, tıp fakültelerinin de önünden geçmiş, belki kapılarından içeriye bir iki adım atmış, belki kapıcılarıyla konuşmuş, belki o yapıların duvarlarına sürtünmüş olduğundan, o çeşitli tahsili arasına hekimliği de dâhil etmeden, bu bilgiden bir kara cahil denecek kadar nasipsizlikle İstanbul’a dönmeyi bir türlü uygun bulamamıştı. Yani ondan da (tabire müsaade buyrulursa) çaktığını göstermek isterdi.

      İlk tedbirler adına tutturduğu usuller şunlardır:

      Büyüklere, bünyelerine göre birer müshil, nöbet varsa sülfato, çocuklara tenkiye, üç gün sıkı diyet… Sütten başka bir şey yok. Hele ekmek katiyen yasak… Müshil neyse ama üç günlük perhizden kimse memnun değildi. Evde hastalananlar Meftun’un ilk tedavilerinin rahatsız ediciliğinden kurtulmak için hastalıklarını saklarlardı, hele Şekure Hanım’ın o uzun perhize hiç tahammülü yoktu. Bazen “Huuu, çocuklar, biraz başım ağrıyor ama sakın Meftun duymasın. Beni üç gün aç bırakır. Bütün bütün dermandan düşerim. Geçen günü azıcık keyifsizlendimdi. Midem bozulmuştu. Bana beyaz bir toz yutturdu. Yarısını bardağa suyun içine, yarısını ağzıma attırdı. Rabb’im esirgeye, saraya tutulmuş gibi ağzım köpürüverdi. Dikiş kaldı56 boğuluyordum. Sözümü yel alsın, az kaldı gidiyordum.” şikâyetleriyle hastalığını gizler; çıkın çıkın, sepet sepet sakladığı köklerden, saplardan, yapraklardan, tozlardan yapılma özel ilaçlarını kullanarak Tanrı’nın izniyle iyileşir, bir şeyciği kalmazdı. Büyük hanımın müshil olarak kullanmaya alıştığı sinamekiyle sarısabırın zararlı tesirleri hakkında Meftun, kadınninesine etraflı üç nutuk verdiği hâlde söz geçiremedi.

      Meftun’un annesi Lütfiye Hanım:

      Çukurca gözler, uzunca çene, esmer yüzüyle hep annesi Şekure Hanım’ı andırır. Biraz basıkça, peltek söyleyişi de tıpkı anası. Çalçenelikte de ondan aşağı kalmaz. Lakin lakırtıda Şekure’ye yetişmek imkânsız. İkisi de çabuk ve manasız söz söylemekte imtihana çekilseler Lütfiye hayli kırık numara alır. Yaşça aralarında yirmi senelik bir fark var. Söz ebeliğinde kızının anasına yetişebilmesi için bu yaş farkı kadar lakırtı idmanına devam etmesi lazım gelir. Kocakarıda egzersiz kuvvetli… Kız da anasının az çok her hâline sahip ama beriki artık olgunluk derecesini bulmuş, çaçaronlukta en yüksek noktaya varmış…

      Lütfiye Hanım biraz iyiden kötüden anlar. Sırasına göre hatır sayar, icabında lafa biraz yekûn tutabilecek57 kadar çenesine buyurabilir. Hele Meftun’u çok sever. Oğlunun bütün kusurlarını birer meziyet sayar. Alafrangalık tutkunluğuyla kalkıştığı aşırılığı hoş görür. Hele alafranganın Lütfiye Hanım gibi seçkin kadınlara pudra ve sair yüz boyaları konusunda gösterdiği müsaadeyi aşırı dereceye vardırır. Tuvaletine hız verdiği saatlerde, bazen Meftun’a hüzünlü hüzünlü bakarak “Ah, baban sağ olaydı da beni böyle süslü göreydi…” demekten kendini alamaz.

      Teyze Vesile Hanım:

      Bu da annesiyle kız kardeşinin yaratılıştan bir örneği denecek bünyede bir kadın, anası gibi bu da çalçene, bu da dedikoducu ama o evdeki yeri sığıntılıktan başka bir şey değil. Kocası Uzunçarşı esnafından fakir bir adam. Geçinmeleri ölmeyecek kadar… Kumkapı taraflarında iki odalı bir evleri var. Fakat Vesile Hanım evde oturmaz ki… Rebia ve Hasene isminde biri büyük, öteki küçük iki kızını alır, ablası Lütfiye Hanım’ın evine gider. Çünkü ablası zengin… Allah versin, ablasının her dilden söyler, her fenden dem vurur, her sanattan anlar alafranga bir oğlu var. Merhum kocasından birkaç irat kalmış, Meftun da kazanıyor, evi çeviriyor. Aşçılar, uşaklar, hizmetçiler kullanıyor. Kışın İstanbul’da, yazın yazlıkta yaşıyorlar. Kız kardeşinin şu yaşayışına nispetle Vesile Hanım âdeta fakirlerden de fakir kalıyor. Lütfiye’nin bu refahını pek büyük bir saadet sayarak kıskanıyor. Yaz, kış, kız kardeşinin evinden çıkmadığı, kendini de çocuklarını da hemen hep ona beslettiği hâlde gene sebebini pek izah edemediği bir kıskançlık gizli gizli içini yiyor, kemiriyordu. O derecede ki, bazı konularda bu kıskançlığın âdeta nefret derecesine vardığını hisseder ama nefretini göstermeye pek cesaret edemez. Yalnız ara sıra imalı sözler, kapalı alaylarla ablasının aleyhinde ona buna ufak tefek dil uzatmalarda bulunmaktan da kendini büsbütün alamazdı. Lütfiye’nin Vesile nazarındaki en büyük kabahati, en affolunmaz kusuru, ayıbı, pudra sürmesi, kırmalı esvap, boncuklu hırkalar giymesiydi. Ablasını öyle süslü görünce ağızlarını sıkı saydığı bazı dost kadınların kulaklarına eğilerek “Hemşirenin hâlini görüyor musunuz? Kuklaya dönüyor. Bu yaştan sonra yaraşmıyor. Dilimin ucuna geliyor. Söyleyeceğim. Hemşire, bir kere kulağını arkaya at da dinle, senin bu süsün için neler söylüyorlar, diyeceğim. Bu sözümü kıskançlığıma verecek… Rabb’im göstermesin, niçin kıskanayım? Kız kardeşim değil mi? Dibalar giyse, pırlantalara boğulsa iftihar ederim. Fakat yaptığını yakıştırmalı. Kimseyi kendisine güldürmemeli. Oğlunun sözüne uyuyor da alafranga olacağım diye bambaşka bir şekle, kılığa giriyor.”dan tutturduğu tenkitlerini hayli uzatır, karşısındakinin yakınlığına, sır tutacağına emniyet ettiği nispette açılır, söylenir.

      Vesile Hanım’ın içini yiyip bitiren bir emeli, ideali vardır. Büyük kızı Rebia’yı kız kardeşinin oğlu Meftun’a vermek. Ablası bu evlenmeyi uygun görse de gerçekleşmesine çalışsa onun bütün ayıplarını, СКАЧАТЬ



<p>56</p>

Nerede ise, az kaldı. (e.n.)

<p>57</p>

Yekûn tutmak: Konuşmaya son vermek. (e.n.)