“İyi iş çıkardın,” dedi Olaf’a. “İsteksizliğini güzel gösterdin. Ama seni, pazarda satın alabileceği herhangi bir köleyle aynıymış gibi değer biçen önceki aptal sahibin gibi gördüğümü düşünme sakın. Reas iki değersiz gümüş sikke yerine yüz altın isteseydi vermeye razıydım.”
“Neden peki?” diye sordu Olaf kaşlarını çatarak. “Beni batıya, Norveç’e götürüp kurtların arasındaki yavru bir keçi gibi bırakmaya mı niyetlisin? Dün akşam tatlılıkla konuştuğunda onurlu birisin sanmıştım. Beni eline teslim ederken Kraliçe Gunnhild muhtemelen seni güzel ödüllendirir. Ama asla öyle bir şey yapamayacaksın!”
“Sabırsız çocuk,” dedi Sigurd atının yelelerini okşarken. “Kimin dost olduğunu anlamıyor musun? Yoksa herkesi düşmanın olarak görecek kadar arkadaşlığa uzak mısın?”
“Husumet sık sık arkadaşlık kılığında gelir,” dedi Olaf, “o yüzden dikkatli olmak iyidir. Dün akşam seninle konuşmayı reddetsem daha akıllıca olurdu.”
“Yakında vakti gelecek,” dedi Sigurd. “O zaman konuştuğuna pişman olmayacaksın. Ama uyarayım, hikâyeni bana anlattığın gibi yabancılara anlatırsan başına kötü şeyler gelebilir.”
Olaf donakalmıştı. Karşısındaki adamın yüzüne baktığında orada sadece nezaket görse de bu yabancının onu almaktaki sabırsızlığı bir şekilde şüpheli geliyordu.
“Gerçekten de arkadaşımsan,” dedi oğlan, “neden bu zinciri boynumda tutuyorsun? Beni neden peşinde köpek gibi sürüklüyorsun?”
“Çünkü benden kaçmanı istemiyorum,” diye cevapladı Sigurd. “Ama elimi sıkarak kaçmayacağını söylersen zincirini çıkarırım, böylece atımın üzerinde önümde seyahat edersin. Kral Triggvi’nin oğlusun ve bir şey söylediğinde bunun kutsal olacağını biliyorum.”
Olaf, Thoralf’ın oğlu Thorgils’le üvey kardeşlik yemini ettiğinden beri hiçbir adamın elini sıkmamıştı. El sıkışmayı çok önemli bir anlaşma, yalnızca önemli bir durum söz konusuysa yapılacak bir şey olarak görüyordu. Ayrıca daha önce hiç kimseye yalan söylememiş ya da kimseyi aldatmamış, yanlış bir şey yapmamıştı. Hemen karşılık verdi:
“Hayır, elini sıkmayacağım. Yakında yanından kaçmayacağıma dair söz de vermeyeceğim. Zinciri boynumdan çıkarmayabilirsin. Sözümden daha kolay bozulur.”
Sigurd oğlana bakarak gülümsedi.
“Sanırım,” dedi, “birazcık daha temiz olsan sana daha çok hayran olurdum. Burada akarsu var. Girip kendini yıka.”
“Zinciri sökmeden kıyafetlerimi çıkaramam,” dedi Olaf, “ve zincir sökülürse atının bile takip edemeyeceği bir yere kaçarım. Ama bir iyilik yaparsan kendimi temizleyeceğime ve sonrasında zinciri tekrar takacağıma söz veririm.”
“Ne iyiliği istiyorsun?” diye sordu Sigurd.
“Şöyle ki,” dedi Olaf, “meşru kölen olduğuma ve istediğin yere gitmek zorunda olduğuma göre sen de Tüccar Biorn’un yanına gidip üvey kardeşim Thorgils’i satın alacaksın.”
Sigurd atından indi ve birden Olaf’ın boynundaki zinciri çıkardı, hatta fistanıyla yün gömleğini çıkarmasına bile yardım etti. Olaf karşısında çıplak kalınca da geri çekilerek oğlanın teninin solukluğuna, yapılı kaslarının sertliğine, hatlarının kusursuz güzelliğine hayranlıkla baktı.
Yanında mola verdikleri akarsu derin, temiz bir suydu; yüksekteki çağlayan içine kremsi köpükler akıtıyordu. Olaf hafifçe yosunlu taşlara doğru koştu ve çok iyi tanırmışçasına suya daldı. Sigurd onun çocuksu bir neşeyle dönüp su sıçratmasını izledi. Oğlan bazen suyun kahverengi derinliklerinde kayboluyordu ama hemen sonra beyaz vücudu sakince yüzeyde süzülüyor ve güneş ışınlarının gökkuşağı oluşturduğu şelalenin serpintisinin arasında ortaya çıkıyordu. Olaf nihayet sudan çıktı ve kuruyana kadar çimlerin üzerinde ileri geri süratle koşturdu. Ardından yeni efendisine dönerek yün gömleğini aldı. Ancak giysisi yerinde yoktu.
Sigurd, “Kralın oğlunun köle işaretleriyle lekelenmiş bir elbise giymesi yakışık almayacağından kıyafetlerini attım,” dedi.
Kendi omuzlarından kırmızı kumaştan biniş pelerinini çıkararak devam etti. “Al bu pelerini giy. Kasabaya vardığımızda sana daha uygun kıyafetler, ayağına sandaletler ve başının güneşten korunması için bir şapka alacağım.”
Olaf kızararak pelerini aldı ve hiçbir şey söylemeden üzerine giydi. Sonra zincirin bitimine giderek efendisine boynuna bağlamasını gösterdi. Sigurd zinciri takarak tekrar atına bindi.
Vadi boyunca denizden biraz uzaklaştıklarında onları bekliyormuş gibi görünen üç silahlı atlıyla karşılaştılar. Sigurd, Olaf’ı onlara verip onu güvende tutmaların emrederek kendisi de önden atla devam etti. Kısa süre sonra en tepede mavi deniz manzarasıyla, ardından ahşap kulübelerin uçurumların kenarında yuvalandığı küçük kasabaya vardılar.
Kasabaya girdiklerinde Sigurd’un hizmetlilerinden ikisi Olaf’ı bir tüccarın evine götürdü ve orada ona kızarmış yumurta ve buğday ekmeği vererek öğle vaktine kadar yanlarında kalmasına izin verdiler; onunla asla konuşmayıp yalnızca sayısız satranç maçı yapar, boynuzlar dolusu bira içerken onu seyrettiler.
Olaf kapı dikmesine zincirlenmiş halde yerde otururken yeni efendisinin kendisini nereye götürmeye niyetli olduğunu merak etti ve aklına Norveç’ten başka bir yer gelmedi. Gunnhild’e götürmeyecekse adam onu niye almıştı ki? Bunun üzerine nasıl kaçacağını sorgulamaya başladı. Ve kararını hızla verdi. Denize açıldıklarında zincirlerinden kurtulup karaya kadar yüzmek üzere suya atlayacaktı. Ancak sonra bunu yaparsa dünyada yapayalnız kalacağını, hiç kimsenin onun Triggvi Olafson’un oğlu olduğuna inanmayacağını ve belki de yine esir alınacağını fark etti. Thorgils yanında olsaydı birlikte başarabilirlerdi, zira Thorgils dünya konusunda son derece bilgiliydi; ikisi de yeterince büyüyüp bir Viking gemisine katılana ve ün ve güç kazanana dek yiyecek ve barınak bulabilirdi. Fakat Thorgils Estonya’da kalırsa kolay olmayacaktı. Onsuz hiçbir şey yapamazdı. O yüzden Olaf gemiye götürülmeden önce, yani hemen kaçmaya çalışmanın daha mantıklı olacağını düşündü.
Boynundaki zincir sıkıydı ve arkadan takılmıştı, yani çıkacak sesle adamları şüphelendirmeden çıkarması mümkün değildi. Zincirin diğer ucuna baktığında kolayca çözülecek şekilde bağlandığını gördü. Adamlar oyunlarına devam ederken çok yavaşça kapı dikmesine yaklaştı. Ne var ki daha fazla hareket edemeden dışarıdan at sesleri geldi. İki adam oturduğu yerden kalktı. İçlerinden biri kapıya gidip bir yığın kıyafetle geri döndü, onları yere atıp Olaf’a giyinmesini emretti. Olaf hemen elbiselerin iyi dokuma olduğunu görerek meraklandı. Eski efendisinin oğlu Rekoni bile böylesi zengin kıyafetler giymemişti ve bir köle olarak böyle süslü giyinmesi tuhaf geliyordu.
Bugüne kadar fakir bir kölenin kıyafetlerinden başka bir şey giymemiş olduğundan zorlanarak giyinmişti ki dışarıdan tiz bir boru sesi geldi. Ardından adamlardan biri yaklaştı ve sandaletlerinin СКАЧАТЬ