Название: Mozart: Bir Yaşam Serüveni
Автор: Heribert Rau
Издательство: Maya Kitap
isbn: 9786057605672
isbn:
İyi yürekli kadın, bu sözleri söylerken öyle içten bir misafirperverlik göstermişti ki biraz önce hafiften sabırsızlanmış olan Mozart’lar şimdi kendilerini evlerinde hissediyordu. Salzburg’dan ayrıldıklarından beri böyle hissetmemişlerdi. Madam Uslinghi onlara odalarını gösterdiğinde bu his daha da artacaktı. Her İtalyan hanesinde dağınıklık görmeye çoktan alışmışlardı ama burada her şey kendi evlerindeki gibi tertemiz ve düzenliydi. Odaların bütün mobilyaları ve düzenlenmesinde bir rahatlık ve zevkli bir zarafet havası vardı. Pencerelerde ise taze çiçeklerle dolu ince vazolar duruyordu. Baba Mozart bunca alaka için kime teşekkür borçlu olduğunu sormak üzereydi ki kapı açıldı ve içeri Giuditta girdi. Bir elinde yuvarlak göğsüne bastırdığı bir çiçek vazosu daha vardı. Yabancıları gördüğüne o kadar şaşırmıştı ki vazoyu az kalsın yere düşürecekti. Hızlıca diğer eliyle vazoyu kavrarken hafifçe bağırarak “Ah, prens bu!” dedi. Bakışları karşılaştığında hangisinin, kızın mı yoksa Wolfgang’ın mı yanakları daha al al olup yanıyordu? İşte bunu söylemek çok güçtü.
Bu durum, Giuditta’nın annesinin keskin gözlerinden kaçmamıştı. Giuditta’dan bir açıklama yapmasını istedi. Bunun üzerine dün Aziz Petrus Kilisesi’nde yaşanan olay ortaya çıktı. Bu konuda konuşup şakalaştılar. Öyle ki sonunda dördü de eski dostlar gibi aşinalık hissediyordu birbirlerine. Baba Mozart ile Senora pek iyi anlaşmıştı. Giuditta ile Amadeus’a gelince, aradan henüz bir saat geçmeden iki genç bir kalp ve bir ruh olmuştu.
Bir hafta sona ermeden, Roma’nın en önemli asilzadelerinden davetler gelmeye başladı. Amadeus bütün bu asilzadelerin evlerinde büyük ilgiyle ve müzikal yeteneğini sergilemesi için fırsat doğduğunda ise hevesle karşılandı.
O dönemde İtalya’nın müzik dünyası sağlam bir falanj şeklindeydi. Sıkı sıkıya birleşmiş bu grup, hiçbir muhalefete katlanamadığı gibi her türlü mukavemeti de alt ediyordu. Topluluğun havarileri, dünyanın dört bir yanına gönderiliyor ve yetki sahipleri olarak vaaz veriyorlardı zira İtalyan ekolü tekele ve güce sahipti.
Bu yüzden, Avrupalı her müzisyen için İtalya’ya gitmek elzemdi. Orada ortak analarının takdirini kazanacaklarından emindiler. Hakikaten bu ülke kimi zaman yabancıları, kendisinin en şöhretli evlatlarına yeğlerdi ve onları sevgiyle evlatlığa kabul ederek zaferlerinden gurur duyardı. Fakat bunun için öğretmek değil öğrenmek üzere ona gelmelerini şart koşardı. Karşılığında bu yabancılar da İtalyan tarzını tamamen benimserdi. Hatta Handel ile Gluck bile şöhretini burada kazanmış ve onlara öz çocukları gibi bakan bu anneye, amansızca talep ettiği o en gurur okşayıcı takdiri yani ilk taklit hediyesini vermişti. Ama yabancı bir ekolün öğretilerini destekleyen müzisyene yazıklar olsun! Tıpkı zavallı Jomelli gibi yuhalamalar ve lanetlerle ölene dek peşinin bırakılmayacağı muhakkaktı.
Fakat Amadeus, daha varır varmaz bu müşkülpesent İtalya’nın sevgisini kazanmıştı. Belki de İtalyancaya mükemmel hâkimiyeti buna yardımcı olmuştu. Roma’da her etkinlikte ona o toprağın çocuğu olarak bakıyorlardı. Kardinal Pallavicini dostlarının başında geliyordu. Amadeus ile çok ilgilenmiş ve hatta onu Papa Cenapları ile tanıştırmıştı. Napoli Prensi San Angelo, Prens Ghigi, Prenses Barbarini ve Braiciano Dükü ile başkaları, iyilikte kardinalle yarışmaktaydı.
Ancak Amadeus için Roma’da kaldığı zamana bir altın parıltısı katan şey ne bu ihsanlar ve övgüler ne de o muhteşem kentin tarih ve ihtişamlı sanat bakımından zenginliğiydi. Evet, çoktan toprak altında kalmış yüzyılların harap anıtları arasında dolaşırken nice mutlu günler geçirdi, heykeller ile tabloların ve Ebedi Şehir’in25 bol hazinelerinin tadını çıkarmaya nice unutulmaz saatler adadı. Ancak Amadeus Roma’da bir başka hazine bulmuştu. O zamanlar onun için paha biçilmez olan ve sonuçlarıyla da bütün geleceği bakımından maliyetli olacak bir inciydi bu. Nihayetinde, o mucizevi dehasına rağmen Amadeus da yalnızca bir insandı ve öyle kalacaktı. Yıllar gelip geçti, nice fırtınalar öfkesini püskürttü başına. Sevinçler, acılar, zaferler ve felaketler yaşadı. Ama Uslinghi’nin sessiz evinde geçen o günlere ve tıpkı kendisininki kadar şen ve masum bir kalpte filizlenen mutluluğa dair hatıraları, kalbinde aydınlık ve mutlu bir yer tutmaya devam edecekti.
Aziz Petrus Kilisesi’nin verandasında sert bakışlı eski heykelin ayağı dibinde gözleri tutkuyla dolu o genç kızla buluşması, yalnızca kaderin cilvesi miydi yoksa Romalı kızın güçlü toparlak kolları ve hafif bedeninin, o kutsal öpücüğü kondurmasına yardım etmesini sağlayan kendi dehası mıydı? Bunu bilmiyordu. Ama bir şey kesindi: O an, bu iki genç kalp arasında ilişkilerinin her saati giderek güçlenecek olan bir çekim başlatmıştı. Ne var ki bu meyil, ikisinde de milliyetleri kadar farklı bir biçim almıştı. Amadeus, Giuditta’yı bir diğer Nannerl olarak görüyordu. Bu neşe dolu ve büyüleyici kıza serbest bir kardeş sevgisiyle sarılıyordu. Giuditta sayesinde her gün evde geçirdiği o birkaç saat Roma’daki hayatının en parlak bölümünü oluşturuyordu.
Her zaman neşe dolu olan ve çılgınca şakalarla neredeyse kendinden geçen çocuk, bu kızda kendisine denk bir kaçık bulmuştu. Gelgelelim, Wolfgang genç Romalının masum rahatlığının kendisininkinden farklı bir kaynağı olduğundan bir an için şüphelenmiyordu. Wolfgang’da tuhaf bir karışım vardı: Fiziksel ve ruhsal çocukluk ile müzikal olgunluğun birleşimi. Bedeni ve zihni diğer tüm ölümlüler gibi doğmuş olup erkekliğe doğru sağlıklı ve doğal bir gelişim içindeydi fakat müzikal varlığı sanki daha önceden yaşamış olup o eski hayatını ancak anımsatabilecek olan tüm dünyevi şeyleri bulmaya çalışıyor gibiydi. Öyle ki şairin şu sözleri Mozart’ta onay bulacaktı:
“Doğmamız uyumak ve unutmaktan başka nedir ki,
Bizimle doğan ruh yıldızı hayatımızın,
Başka bir yerde batar,
Ve uzaklardan gelir,
Ne büsbütün unutkan,
Ne de büsbütün çıplak.
Görkemli bulutların ardından geliriz biz,
Yurdumuz olan Tanrı’dan.”
Bildiğimiz üzere, müzik söz konusu olduğunda yetişkin bir adam ve üstattı. Bununla birlikte tabiat haklarından vazgeçmeyecekti. Taze hayat akını, bu kaygısız ve haşarı oğlan çocuğunun ruhundan geçip gidiyordu. Annesi ve ablasına yazdığı mektuplar bunu en açık şekilde ortaya koyuyor. Öyle ki İtalya’da kaldığı zaman boyunca yazdığı bu mektuplar çocuksu saçmalıklarla kaynıyor. Burada alıntıladığımız mektup buna bir örnek. Bu mektupta çocukluğunun farkında olduğu görülüyor ve kendisi için “Ukala dümbeleği değilim,” diyor. Yani taşkın muzipliğinin kaynakları; büyüyen bir güç, serbestçe genişleme isteği ve genç hayvani ruhların coşkun seliydi. Giuditta için ise durum başkaydı. Onun damarlarında güneyin sıcak kanı akıyordu. Fiziksel olarak tamamen gelişmiş durumdaydı. Sıcak İtalyan güneşinin bir çiçeğiydi. Yalnızca on dört yaz görmüş bir kız olduğu doğruydu ama olgunlaşıp gelişmiş dolgun vücudunun, ateş dolu siyah gözlerinin ardında şimdiden tutku ihtimali yatıyordu. Bu tutku bir defa uyandı mı tutuşmaya başlar. Bu, kuzeylilerin kanında olduğu gibi yavaşça ve için için yanarak olmaz. Bugün yakılır, yarın ise alevleri yükselip yangına dönüşür ve kendinin ya da bir başkasının kalbini tüketmekle СКАЧАТЬ
25
Roma için kullanılan bir deyim. (ç.n.)