Aldatılmış insanların duyduğu ilk şiddetli acıyı duyan Necla’nın, gözlerinde kuruyan yaşlar birer zehir gibi kalbine akıyordu şimdi. Bir müddet hıçkırdı, fakat gözlerinden yaş gelmiyordu. Bunu uykuya benzer bir ağırlık takip etti. Gözleri kapanıyor gibiydi. Nihayet olduğu yerde kendinden geçti.
Necla’nın bir oğlu dünyaya gelmişti. Doğumdan sonra şiddetli bir hummai nifasiye35 yakalandı. Kendini bilmiyor, şiddetli nöbetler içinde çırpınıyor ve söyleniyordu. Sütnine şaşırmıştı. “Loğusaya al bastı!” diye komşulara koştu. Kadınlar hastanın etrafına toplandı ve perilere kırmızı şeker ziyafet çekmenin çok faydalı olduğunu söylediler. Zavallı Necla ölümle pençeleşiyordu. Nihayet getirilen doktor onun hemen hastaneye nakledilmesini söyledi. Doktorlar kurtulmasından ümidi kesmişlerdi. Necla hastanede kendinden geçmiş bir haldeyken Sıdıka da evde canından usanmıştı. Kâmi’nin getirip başına bela ettiği bu kızın şimdi de doğurduğu çocuk hasta olmuş ve o da başına ayrı bir bela olmuştu. Ne yapacağını şaşırmış, öteye beriye koşuyordu.
Günler geçiyordu. Necla uzun bir uykudan uyanmış gibi bir ay sonra kendine gelmeye başladı. Ne olmuştu? Neredeydi? Korkulu bir rüyadan uyanan insanın, gördüğü kâbusu hatırlamaktan ürkmesine yol açan bir dehşet içinde kimseye bir şey soramıyordu.
Sıdıka’yı yanında ilk görüp tanıdığı gün solgun yüzünde beliren hafif bir tebessümle ona bir şey sormak istiyordu. Sütnine onun ne sormak istediğini hemen anladığı için başını önüne eğmiş ve içini çektikten sonra kısaca “Sen sağ ol yavrum, ne yapalım,” diyebilmişti.
Necla yüzünü hiç görmediği çocuğu için kalbinde bir yaranın acıdığını duymuş ve iki büyük yaş damlası, sararmış yanakları üzerine yuvarlanmıştı.
Necla hastaneden çıktıktan sonra İstanbul’a dönmeyi hiç aklına getirmiyordu. Hem İstanbul’da kime gidebilecekti? Annesi daha çocukken onu başından atmıştı. Şimdi, kapıyı büsbütün yüzüne kapatabilirdi. Tekrar Nazlı Hanım’ın konağına düşmek! Bu kendisi için o kadar çetindi ki… Bunu düşünmek bile ruhuna dehşet veriyordu. O ev, tatlı emellerine şimdi artık ebedi bir mezar olmuştu. Necla’nın ne tutunacak bir dalı ne de barınacak bir bucağı vardı. Geçen günlerin hicranı kalbine sinmiş, bütün maneviyatı kırılmış, hayata ve insanlara küsmüş, yalnızlığın bütün acılarıyla şimdi baş başa kalmıştı.
Hastaneden çıktığı gün tekrar sütninenin izbe evine gelmeye mecbur oldu. Ah bu ev ve bu oda! Mahvolan hülyaların havasıyla dolu olan bu oda, onu şimdi yakıyordu. Sedirin üstüne dermansız bir halde yığıldı.
Sıdıka ona elinden geldiği kadar iyi bakmaya çalışıyordu. Fakat bu hayat Necla’ya pek ağır geliyordu. Elinde bulunan az miktardaki parası da bitmek üzereydi. Artık çalışmak mecburiyeti karşısında bulunuyordu. Fabrikalardan birine gündelikle girdi. Hiç olmazsa sütninenin başına angarya olmaktan kurtulmuş sayılabilirdi. Akşamları yorgun ve bitap eve döndüğü zaman kendini yatağa atıyor, düşünmekten ve yalnızlıktan ürküyordu. Geceleri artık hülyasız ve rüyasız geçiyordu. Onda her şeye tahammül etmeye karar vermiş bir insanın sükûneti vardı. Aldığı gündeliği Sıdıka’ya teslim ediyor ve hiçbir şeye karışmıyordu. Artık ne halinden şikâyet ediyor ne de maziden bahsediyordu.
Bir akşam ağır ağır eve dönerken yolda patronuyla karşılaştı. Genç kadın o kadar yorgun ve dalgındı ki karşısındakini bir an tanıyamamıştı. Fabrikatör ona eliyle “dur” işareti yaptı. Necla başını eğerek selam verdi ve durdu.
Adam ona birdenbire “Yarın fabrikaya gelmeyiniz,” dedi.
Genç kadın sarardı. Bir an içinde hayatını kazanmak için başka ne yapabileceğini düşündü ve titrek bir sesle “Niçin? Acaba bir kusur mu ettim?” diyebildi.
Fabrikatör başını salladı.
“Hayır, hayır,” dedi. “Evde oturunuz. Fabrikadan alacağınız para size gelecektir. Çünkü hastaneden yeni çıktığınızı işittim. Görüyorum ki çok dermansızsınız. Bir müddet için dinleniniz.”
Necla kızardı ve sadece “Fakat,” diyebildi.
“Sıkılmayınız, rahat ediniz, tamamıyla iyileşiniz sonra yine çalışırsınız,” cevabını aldı.
Necla gözlerini bu adamın yüzüne kaldırdı. Bu çehrenin her çizgisi merhamet ve insaniyet ifade ediyordu. Şimdiye kadar birkaç defa rastladığı halde ona hiç dikkat etmemişti. Acaba bunda bir maksat mı var diye biraz düşündü. Fakat fabrikatör cevap beklemeden ve Necla’nın söylemeye hazırlandığı teşekkürlerini de dinlemeden yürüdü gitti.
Necla istirahate çekilmişti. Bu muammalı lütfun neden icap ettiğini bir türlü anlayamıyordu. Patron yaşlı bir adamdı. Necla, dünyada iyi insanların da olabileceği ihtimalini artık fikrinden silmişti. İlk tecrübe, ilk darbe ona hayatın ne demek olduğunu kâfi derecede anlatmıştı. Fakat kalbinde daima işleyen yaranın acısı hiç şifa bulmuyordu. Bursa’nın uzak bir köşesindeki bu izbe mahallede, Sıdıka’nın yanında yaşamaya alışmıştı artık. Ne yolunu bekleyeceği yolcusu ne de İstanbul’dan gelecek mektubu vardı. Hayat onun için bomboş ve ıssız bir çöldü.
Konu komşu ona bir piçe hamile kalmış ve bu yüzden kenara atılmış adi bir kadın gözüyle bakıyordu. O, bunları hazmediyor, fakat bu hayatın böyle devam edemeyeceğini de düşünüyordu. Bir gün Sıdıka ona yüz çevirecek, belki evine kabul etmeyecekti. Bu kadın haksız değildi, muhitine karşı bunu yapmaya mecburdu. Gençliği ve güzelliğinin kendisine daima bir tehlike ve bir düşman olduğunu biliyordu. Günden güne çehresinde sıhhat ve güzellik yeniden parlamaya başladı.
Bir akşam sütnine, çarşıdan eve geç dönmüştü. Yüzünde tuhaf bir gülüş, gözlerinde manalı bir bakış vardı. İçeri girer girmez, “Sana havadis getirdim, bil bakayım kimden,” demişti.
Necla’nın beyninden bir rüzgâr geçmiş, kalbi hızlı hızlı atmaya başlamıştı.
“Çabuk söyle, sütnine! Ne var Allah aşkına, ne havadisi?” dedi.
Sıdıka, “Dur söyleyeceğim, acele etme, hele bir nefes alayım. O kadar acele de neden sanki?” diye söyleniyordu.
Necla sedirin kenarına ilişti. Sıdıka’nın ağzına bakıyordu. Sütnine anlatmaya başladı.
“Bak dinle. Şimdi eve geliyordum. Yolda senin fabrikatör Kemal Bey’e rastladım. Beni görür görmez СКАЧАТЬ
34
Koşul, şart.
35
Loğusahumması.