Fakat annesinden ilk ayrıldığı gece, küçük kalbinde anlayamadığı derin bir sızı duymuştu. Hep küçük İrfan’ı düşünüyordu. Onu annesinden kıskanıyor ve ruhunda yeni bir sevginin hasreti yanıyordu. Kardeşini sevmekten mahrum edilerek buraya, yabancı bir eve bir kedi yavrusu gibi bırakılmış olduğunu düşünerek içleniyor, kimseye halini belli etmeden gizli gizli ağlıyordu.
Şadiye birkaç defa İrfan’la beraber konağa gelmiş, kızına uzaktan ve bir yabancı tavrıyla bakarak ahvalini kalfalardan sormuş, bu arada zavallı Necla, küçük İrfan’ı bütün iştiyakıyla kucağına alıp sevmek saadetine kavuşmuş, annesinin ufak bir iltifatını göremeden akşamüzeri onların gidişlerini mahzun bir halde seyrettikten sonra boynunu bükerek tenha bir köşeye çekilmiş, yine için için ağlamıştı. Konağın içinde kimse ondan şikâyet etmiyordu. Gündüzleri mektebe gidiyor, geceleri derslerine çalışıyor, herkese gösterdiği saygıyla ve çekingen haliyle kendisini sevdiriyordu.
Seneler geçiyor, Necla büyüyor ve güzel bir kız oluyordu.
Bir gece, Necla birdenbire konaktan yok oluvermişti. Büyük bir telaş ve heyecan içinde kalan Nazlı Hanım konak halkını oraya buraya koşturmuş, genç kızın izini hiçbir tarafta bulduramamış, nihayet Şadiye’ye haber gitmişti. Şadiye’nin de malumatının olmadığı öğrenilmiş, bu arama günlerce devam ettiği halde Necla bir türlü bulunamamıştı.
Şadiye kayıtsız ve meraksız halde konağa gelmiş ve “Aşüfte, kim bilir hangi deliğe girmiştir. Yakında belasını bulur, yine meydana çıkar,” diye Nazlı Hanım’ı teselli etmişti.
Günler, aylar geçiyor, genç kızın nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Her şeyi unutturan zaman, Necla’yı da hatırlardan silip çıkarıyordu.
Necla Bursa’da, şehrin uzak bir mahallesinde küçük, izbe bir evin çatısı altında Sıdıka isminde bir kadının nezaretinde emel ve saadet rüyası içinde yaşıyordu.
Genç kalpleri zehirleyen sevginin zevkiyle vaat edilmiş günleri bekliyordu. Karnında aşkının bir parçası kımıldarken derin bir sabır ve tevekkül içinde kendisini buraya getirip bırakan sevgilinin yolunu gözlüyor, her gün pencerenin önünde oturuyor, gözleri yeşil ovaların üzerinde uzayan Mudanya yoluna dalıyor, sanki her yolcudan bir haber alacakmış gibi heyecanlı dakikalar geçiriyordu.
Necla, genç kızlık çağına geldiği günlerden beri hep bu genç adamla meşgul olmuştu. Bu onun damarlarındaki kana yerleşen zehirli bir mikroptu. Bu, damarlarından beynine, oradan kalbine geçerek yaşla beraber büyüyen esaslı bir maraz22 şeklini almıştı.
Kâmi,23 Nazlı Hanım’ın yeğeniydi. Evleri yakın olduğu için hemen her akşam halasına uğramadan kapıdan geçmezdi. Kâmi, eserleri tanınmış genç bir muharrirdi.24 Onu herkes okuyor ve her okuyan çok seviyordu. Kuvvetli fikirleri, ince tahlilleri, geniş hayalleri vardı. Hayat onun için bazen sakinleşen, bazen köpüren ve kuduran bir denizdi. Bu denizin rüzgârları sustuğu zaman Kâmi de kalemini elinden bırakırdı. Günlerce, aylarca miskin ve uyuşuk bir halde yaşardı. Onun loş izbelikleri, kuytu ve viran mezarlıkları seven, bülbüllerin sesinden ziyade ishakların25 matemli eninlerinden26 zevk alan garip bir ruhu vardı.
Mehtapsız geceler onun için esrarla dolu bir âlemdi. Bu âlemin sükûnu içinde ıstıraplı ruhunu dinlerdi. Yazılarında da bunun kuvvetli akisleri görülürdü.
Necla yıllarca bu adamla beraber yaşamış gibiydi. Yedi yaşından on dokuz yaşına kadar onu hep karşısında görmüş, genç kızlık hayatına girer girmez onun fikirlerini, yazılarını tahlil etmek arzusuna kapılmış ve bu da aşkının başlangıcı olmuştu.
Geceleri Nazlı Hanım’ın salonuna toplanan misafirler arasında Kâmi de bulunur ve onun varlığı Necla’yı mesut ederdi. Genç kız şen ve şatır,27 taze bir fidan gibi ortada gezinirken ara sıra muharririn gözlerinin kendi üzerinde dolaştığını görürdü. Bu bakışın Kâmi’nin dalgın ruhunun bir ifadesi olabileceğini hiç aklına getirmeden, bir gün onun kendisini sevebileceğini düşünmeye başlamıştı. Bu ümit günden güne kalbinde esaslı bir yer almaya başladı. Eserlerini okuyup yarattığı kadınların şahsiyetindeki manayı tahlil ederek onun hislerini anlamak istiyordu.
Kâmi, hep yeşil gözlü, sarışın kadınlardan hoşlanıyordu. Siyah gözlü, pembe tenli kadınları yazılarına layık görmüyordu. Sevilmekten ziyade sevmekten zevk alıyordu. Halbuki sevilmekte de nihayetsiz bir haz ve saadet olduğunu bilmesi lazım değil miydi? Bir gün büyük bir cesaretle bu sualleri ona sormaya karar verdi.
Kâmi, kendisine her zaman “küçük kadın” diye hitap ederdi. Yorgun olduğu akşamlar kapıdan girerken “Küçük kadın, bana ellerinle bir çay yapar mısın?” derdi.
Necla işte bu zaman dünyanın en mesut insanı olurdu. Çayı getirince Kâmi ona bir paket çikolata uzatır ve “Al bakalım küçük kadın! Dün akşam unuttum, fakat bu akşam hazır,” diyerek gönlünü alırdı.
Necla on altı yaşında, Kâmi ise otuzundaydı. O, çocukluktan henüz çıkmış, küçük ve iptidai28 bir kızdı. Kâmi’nin başını dolduran hayallerin içinde Necla’nın henüz hiçbir yeri yoktu.
Zaman süratle geçiyordu. Necla artık tamamıyla genç kızlık çağına ermişti. Boyu daha ziyade serpilmiş, çehresinde hayat ve gençlik parlamaya, vücudu dolgunlaşmaya, uzun ve kıvrık kirpiklerinin gölgelediği siyah gözlerindeki cazibe kuvvetli bir alev gibi yanmaya başlamıştı.
Kâmi’nin kalbinde bu kıza karşı yavaş yavaş tuhaf bir his uyanıyordu. Artık ona evvelki gibi teklifsizce “küçük kadın” diyemiyordu. Evde halasını bulamadığı günlerde yalnız kalmaktan ürkerek hemen kapıdan çıkıyordu.
Necla yıllardan beri büyük bir sabır ve tevekkülle beklediği günlerin geldiğini, bir gün Kâmi’nin kendisini seveceğini düşünüyordu. Yaşıyla beraber kalbinde büyüyen aşkını ona itiraf için titriyor, artık onun her şeyi bilmesini istiyordu.
Halbuki Kâmi, evvelki gibi halasına uğramıyordu. Necla’nın cazibesinden müteessir olmaya, onun alevli gözlerinin ateşinden korkmaya başlamıştı. Nazlı Hanım yeğeninin kendisini bu kadar ihmal etmesine karşı sitemli haberler yolluyor, geceleri salonunu dolduran misafirleri arasında onun varlığını istiyordu.
Nihayet bir gün Kâmi gelmişti. O gün Nazlı Hanım, gece yatısına kızına gitmiş olduğu için, evde Necla ile ihtiyar hasta dadısını bırakmıştı.
Kâmi salona girdiği zaman bugün evde Necla ile yalnız olduğunu anlamış, geri dönerse fena bir harekette bulunacağını düşünerek oturmaya mecbur olmuştu. İkisi de birbirine bakmaktan ürken tatlı bir heyecan içinde birkaç dakika sustu.
Necla, sapsarı çehresiyle ayakta durmuş, ellerini masaya dayamıştı. Bu aşk ve heyecan СКАЧАТЬ
22
Hastalık, dayanılması güç durum.
23
Arapça kökenli bir erkek adı.
24
Yazar.
25
Bataklık baykuşu.
26
Acı ve sızıyla inleme.
27
Neşeli, keyifli.
28
İlkel.