Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar. Mükerrem Kâmil Su
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar - Mükerrem Kâmil Su страница 5

Название: Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar

Автор: Mükerrem Kâmil Su

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-81-5

isbn:

СКАЧАТЬ aranızda cidden mevzubahis olmaya değer bir yaş farkı var sanacak!

      Hâlbuki nedir? Bir uçurum olarak gösterdiğin bu fark da nedir? Üç veya dört yıl gibi ehemmiyetsiz bir şey değil mi? Bugünün hayat telakkilerine göre bu sebep, ağza bile alınmaz.”

      “Hissinden tarafa çıkarak konuşmak istiyorsun.”

      “Hayır. Yakınlarımızda yaşayanları dikkatlice gözden geçirecek olursan sen de bana hak verirsin.”

      “Sen ne dersen de, onu bir vakitler sevmiştim, fakat talebe aşkına bel bağlanır mı? Bence o çağlarda yaşayan aşklar, nefis bir kokudan ibarettir. Uzun veya kısa bir zaman duyulan, sonra da bir gün belirsizce kayboluveren bir koku.”

      “Evet, üst üste sürülen losyonlara karışarak kaybolan nadide bir esans kokusu!”

      “Seni dinleyeceğim yerde ben saçma sapan konuştum. Fakat ben bugünkü hâlimden memnunum yavrum. Hiçbir ciddi bağım yok. İşimin haricinde mükemmel bir şekilde eğleniyorum. Evlenmeyi şimdilik aklıma bile getirdiğim yok. Çünkü annemin idare ettiği bir evde bekârlık, mahrumiyeti duyulacak gibi değil. Her şeyim temin ediliyor. Ne sökük çoraplarımın örülmesini ne kahvaltımın hazırlanmasını ne de elbiselerimin ütüsünü düşünüyorum.”

      “Kızlar senin bu manasız sözlerini duymasınlar! Sen karını bütün bu gibi maddi şeylerle meşgul olması için mi hayatına karıştırmak istersin?”

      “Eh, aşağı yukarı öyle…”

      “O hâlde derli toplu bir işçi kadın kâfi bu işe…”

      “Ben de onun için değil midir ki evlenmeyi aklıma bile getirmiyorum.”

      “Her insanın kendine göre zevkleri, hususiyetleri, telakkileri ve itiyatları vardır. Bunlara karışılmaz şüphesiz. Fakat ben senin gibi düşünmüyorum, hayatıma karışacak kadının, kafama ve kalbime hitap etmesini istiyorum. Kendisiyle her mevzu üzerinde dil sürçmeden konuşulmayacak bir kadını, ben aşkıma layık görmem Mahir!”

      “Kadının diplomatı, evlilik yıllarında insanın başına öyle bir bela kesilir ki, durmadan işleyen çenesinden kaçmak için insan sokulacak kovuk bulamaz. Fazla zeki, fazla güzel, fazla alımlı ve iyi konuşan kadından da koleradan kaçar gibi kaçmalı yavrum!..”

      “Neden?”

      “Gayet basit. Zeki kadın atlatılamaz. Güzeli gönül huzurunu bozar, alımlı bir kadını zapt etmek güçtür. İyi konuşanı ise öyle bir muhit yapar ki kendine, asıl sahibine kalacak zaman, nihayet uykuya hasredilen mahdut saatler olur.”

      “Bu saydıklarının üzerinde duracak değilim, yalnız zihnim şu noktaya takıldı:

      Bu vasıfların hepsi Nahide’de mevcut. Daima onu göz önünde tutarak misaller alıyorsun gibi geldi bana, bu neden Mahir? Ne olur, açık konuş.”

      “Şimdiden kıskanmaya başladın, dikkat et ve onu benden değil, ötekilerden, asıl etrafında arılar gibi dolaşan diğerlerinden esirge… Eğer elindeyse…”

      Bir hayli yürümüşlerdi. Bir an ikisi de yorulduklarını hissettiler. Sermet’e kötü bir bezginlik çökmüştü. Arkadaşından ayrılırken ruhunu tırmalayan korkunç bir ses tekrar canlandı: “Dikkat et, ötekilerden esirge…”

***

      Atatürk, seyahatlerinin birinde Balıkesir’e de uğramıştı. Şehir bayram yapıyordu. Mekteplerde, dairelerde, bütün halkta elle tutulur bir heyecan baş göstermişti. O gece, şehir sinemasında Büyük Şef’in şerefine zengin programlı bir müsamere tertip edilmişti.

      Memleketin tanınmış aileleri, daire amirleri, umumi meclis azaları ve bazı muallimler fırkanın davetlisiydiler. Önce “Yıkılan Ocak” adlı bir piyes temsil edilecek, sonra halk opereti zarif vodvillerinden birini oynayacaklardı. Davetliler sık sık ve büyük bir sabırsızlıkla localara bakıyorlar, En Büyük’ün gelmesini derin bir heyecanla bekliyorlardı.

      Son dakikalarda sinemanın salonu holden ayıran perdesi aralandı. Her yeni gelene olduğu gibi yine başlar çevrildi. Bazı kalplerde hisler çırpınmaya başladılar.

      Nahide gelmişti, yanında sarışın bir kızla kır saçlı, kibar bir adam vardı. Vücudunu sımsıkı saran siyah bir manto giymişti. Boynu, mantosunun ince kürk yakasıyla çenesine kadar örtülmüştü. Yüzünün sol tarafını yarı yarıya kapayan az kenarlı, tuvaleti arkaya atılmış şapkası, saçlarının gerisini sarmıştı. Siyah eldivenlerin içinde kaplı kalan zarif ellerinden biri, çantasının madenî sapına dolanmıştı. Bakışlarını rastgele dolaştırmadan emniyetle yürüdü. Yerine oturduğu zaman, gayriihtiyari birkaç baş kendisinden tarafa döndü. Belki topladığı alaka biraz daha genişleyecekti. Fakat o anda coşkun bir alkış tufanı koptu. Herkes sevgi ve saygı ile ayağa kalkmıştı. Bütün başlar, ortadaki büyük locaya çevrilmişti. Herkes sanki sevgisini, bakışlarının ışığı ile ona ulaştırmak, bağlılığını bir kere daha açığa vurmak ihtiyacında idi.

      Atatürk’ün locasına takılan bakışlar, onu böyle yakından görmenin yarattığı sonsuz saadet içinde sık sık çevrilen başlar, sahne ile zoraki bir şekilde alakadar oluyorlardı.

      Piyes aksamadan yürüyordu. İsraf ve sefahat yüzünden bir yuvanın nasıl yıkıldığı sahnede canlandırılıyor, ara sıra alkışlanıyordu.

      Sıra halk operetine gelmişti. Mavi ipeğin geniş kıvrımları içinde bir akarsu gibi sahnede boydan boya dolaşan genç kız, mimikleri ve jestleri ile herkesi hayran etmeye başlamıştı.

      Çapkın gönlünü bir dala bağlamaya katlanamayan günahkâr güzel, bir araya gelen âşıklarına türlü umutlar veriyordu.

      “Seni mevkin için!” diye ihtiyar paşanın uzun, sivri sakalını okşuyor; “Seni de servetin için!” diye zengin Mısırlının yanağına ince parmakları ile dokunuyor; “Seni de gençliğin için severim!” diye karşısında durduğu delikanlının ateşli bakışlarına ateşle bakıyordu.

      Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Bütün ışıkları yanan şehir sineması, tarihî gecesini yaşamaktan gelen gurur içinde bambaşka bir mana almıştı. Ve bu müstesna gecede genç bir kimyager, aşkına düşmekten korktuğu mühlik5 bir kadının ruhunu saran esrarlı havası içinde, yine gönlü ve kafası ile karşı karşıya bulunuyordu.

      Sahnedeki bir içim su kadar ince, şen, manalı kız, vücudunu saran mavi ipekten sıyrılarak siyahlara bürünüyor; açık renkli gözleri de elbisesinin rengine boyanarak ona durmadan, aynı şeyleri değiştirerek söylüyordu:

      “Birini mevkisi, diğerini zenginliği, bir başkasını da gençliği için severim!”

      Mevki… Mevki nedir? Sırasında dünya gibi fâni bir şey değil mi? Hangi sandalye, işgal edenin malı olmuştur? Ve bundan sonra da olacaktır? Memuriyet makamına “güvercinlik” diyenler doğru söylemişler. Güvercinlerin biri çekilince diğeri yerleşecektir. Kanatlarının altında yuvalarının sıcağını alıp gidenler var mıdır?

      Zenginlik de öyle. Bir kötü talih СКАЧАТЬ



<p>5</p>

Mühlik: Tehlikeli. (e.n.)