Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar. Mükerrem Kâmil Su
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar - Mükerrem Kâmil Su страница 20

Название: Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar

Автор: Mükerrem Kâmil Su

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-81-5

isbn:

СКАЧАТЬ başlayan ufak tefek hislerinizi, heveslerinizi, güzelliğe karşı mukavemetsiz kalan kalbinizi, hayallerinizi tahlil edebiliyorum. Biraz da siz beni tanıyınız. Anneler ateşe doğru giden çocuklarını ikaz ederler. Ben de bana derin ve samimi bir şekilde bağlanan, hislerine saygı duyduğum, karakterine itimat ettiğim bir arkadaşa, atılmakta olduğu tehlikeyi işaret etmeliyim. Mektubunuzun birinde “Bir değil de birçok kalbim olsaydı, emin olun onlar da yalnız sizi seveceklerdi!” diyorsunuz. İnsanların bir kalbi vardır. Fakat bu bir tek kalple birçok kimseyi sevebilirler. Hayatını bir tek emele bağlayan, derin bir aşkın içinde ölünceye kadar yürüyen insanlara artık asrımızda rastlamanın pek imkânı yok, değil mi?

      “Gözlerinizin ışıklı karanlığı içinde hislerim kördüğüm olalı, benim için hayatın bütün manası siz oldunuz!” satırına gelince… İnsanlar için hayatın bir tek manası yoktur. Nasıl olabilir? Yaşamak ve muvaffak olmak isteyen her fert, hayatta daima yeni manalar bulmaya, mümkün olduğu kadar onlardan faydalanmaya bakar. Fakat şimdi bunların üstünde durmak caiz değil. Sadede gelelim:

      Tehlikeye atıldığınızı işaret edecektim. Bana doğru koşan hislerinizin yanılmadıklarından emin misiniz? Sizi çağırdığım gün cidden mesut olacağınıza inanıyor musunuz? Buna ben katiyen ihtimal vermiyorum.

      Ben hayata sizden önce başlamış, vaktinden önce yıpranmış, belki manasız, belki de kasten birçok hatıraya bağlanmış bir insanım. Zavallı babam beni çok iyi yetiştirmek istedi. Fakat ne çare ki, göğsümün altında hiçbir şeyden memnun olmayan, arzularının sonu alınamayan tehlikeli bir kalp çarpıyordu. Karakterimin teşekkülü hususunda kuvvetli tesiri olan bir çocukluk hatıramdan size de bahsedeyim:

      Babam, İstanbul’a yaptığımız seyahatlerden birinde beni Gülhane Parkı’na götürmüştü. Ağaçlar arasından yavaş yavaş deniz kenarına indik. Orada bir müddet oyalandım. Rüzgâra kanat açan yelkenleriyle kürek çeken kayıkçılara, gelip geçen Ada ve Boğaziçi vapurlarına bakıyordum. Birdenbire sıkıldım. “Baba, gidelim!” diye bağırdım. Babam elimden tutarak beni banklardan birine oturttu. Sarayburnu’nun durmadan çırpınan dalgalarını göstererek “Şu sular gibisin.” dedi. “Tıpkı şu çırpınan sular gibi! Bir dalda karar kılamıyor, hiçbir şeyle avunamıyorsun. Bazen bebeklerinle oynarken, mektep vazifelerini yaparken sana dikkat ediyorum. Birini eline alıp birini bırakıyor, hiçbiriyle belki beş dakika meşgul olamıyorsun. Herhangi bir şeyi istiyorsun. Ve daima müşkül şeyleri! Bin zorlukla eline geçirdikten sonra aynı dakikada o kadar istediğin şeyden vazgeçiyor, belki de içinden ‘Çektiğim bütün emekler bunun için miydi?’ diye esef ediyorsun. Muhal şeylerin arkasından koşuyor, ele geçmesi mümkün olan şeyleri küçük görüyorsun. Sanki içinde daima didinen bir kuvvet var. Hayal insanı yorar, arkasından koşturur, kuvvetten düşürür kızım. Çünkü arkasını bırakmayan hakikat zalimdir.

      Hayattan çok şey istemeye kalkmamalı yavrum. Bu tehlikelidir. Yalnız verdiğini, verebildiğini almalı. Mesut olmak için bu lazımdır. Şu dalgalara bak. En durgun havalarda bile Marmara’nın bu güzel parçası hareketlidir. Bu suları, çocukluğumda böyle çırpınırlarken gördüm. Çocuğum da onları bu ebedî didinmeleri içinde görüyor; herhâlde senin çocukların da aynı şekilde görecekler. Fakat insan gönülleri sular kadar dayanıklı değildir yavrum. Çırpınan gönüller daha çabuk yorulur, yıpranır ve çökerler…”

      O günden sonra ne istesem, neyin arkasından koşsam hep babamın bu sözlerini hatırlarım. Vaktinden önce yorulmamak için sakin olmak lazımdı. Fakat kalbime hükmedemiyordum. Ne istediğini bilmeyen, muhal isteklerin arkasından koşan, hiçbir şeyle memnun olamayan gönlüme söz geçiremiyordum.

      Bir zamanlar çiçek delisi oldum. Onları ne kırlarda toplamaya ne bahçede yetiştirmeye kanamıyordum. Taşrada oturuyorduk. Evimin kocaman bir bahçesi vardı. Belki bu merak babamdan sirayet etmişti. Saksılar, vazolar, hatta portakal, limon sandıkları, gaz tenekeleri de çeşitli çiçeklerle doluyor, benim gözüm doymuyordu. Her gece annemi bu çiçekler yüzünden ne kadar üzerdim. Yatak odamdaki vazoları onlar çıkarırlar; ben çiçekler gelmeden uyumamak için huysuzlanırdım. Gece yarıları yatağımdan fırlayarak çiçek arardım. Nihayet bir gün beni arzularımda tamamıyla serbest bıraktılar. Annem “İstediğin kadar çiçek yetiştir, topla, satın al. Hatta yatak odanı vazolarla doldur. Çünkü doktor, babana söylemiş. Bu, sıhhatin için çok iyi imiş!” dedi. Çiçeklerle uğraşmak için serbest kaldığımı öğrendiğim dakikada birdenbire onlardan soğudum. Arkasından fotoğraf çıkarmak, kart toplayıp koleksiyon yapmak merakı geldi. Sokak fotoğrafçıları zaafımı anladıktan sonra bizim kapıya öyle bir dadandılar ki… Sabahtan akşama kadar bahçede çeşitli resim çektiriyordum. İstanbul’da-ki amcam bana kart yollamaya yetişemiyordu. Bir gün babam beni çağırdı. Masasının üstünde kocaman bir buket vardı. Çabuk çabuk açtım. İçinden iki büyük albüm çıktı. Biri manzara kartları ile doluydu. Babam boş olanını işaret ederek “Bunu da şimdiden sonra kendi resimlerinle doldurursun.” dedi. “İşte sana bir de fotoğraf makinesi!”

      Sevinmemle yerinmem bir oldu. Bu iptila da bence füsununu kaybetmişti. Demek ki istediğim kadar resim çekebilecektim. Bana artık karışamayacaklardı. Benim için alınan makineyle belki üç defa meşgul olmuşumdur. O da bir köşeye atıldı.

      Ondan sonra piyanoya düştüm. Mektepten gelir gelmez üstüne kapanır, parmaklarım uyuşuncaya, gözlerim yorgunluktan kızarıncaya kadar çalardım. Yalnız ev halkı değil, komşular bile bu sesten bezmişlerdi. Her egzersizde çalmamı istemediklerini, beni menetmek üzere gelmekte olduklarını düşünürdüm, ihtirasım artardı. Bu merak yüzünden gerçekten çabuk öğrendim, fakat zayıflıyordum. Zavallı anneciğim, bunun kolayını da buldu: “Yavrum, şu parçayı bir kere daha tekrarlar mısın?” diye başladı. Onlar istedikçe benim çalma heveslerim sönüyordu. Artık nihayet haftada, ayda piyanonun başına uğrar oldum.

      Sonra şiir toplama, şiir defteri tutma derdi başladı. Ve bu saçma, çocukça, hatta delice düşkünlükleri daha birçok münasebetsiz istekler kovaladı.

      Ne istediğini bilmeyen, olmayacak şeylerin arkasından koşan; menedilen şeylere karşı çılgınca tutulan deli gönlüm, bir gün öyle bir çarpılışla yere vuruldu ki… O zamanlar kalbim paramparça oldu diye çok ağlamıştım. Annem çoktan ölmüştü. Babam tahsilime dikkat ediyor, iyi yetişmem için hasretimi çekmeye katlanıyordu. Liseyi bitirdikten sonra onu yalnız bırakmaya kıyamadım. Günden güne kuvvetten düşüyordu. Onunla son günlerinde baş başa yaşamayı tercih ettim. Bu beraberlik ikimiz için de tadına doyulmaz bir saadet devresi oldu. Beraber okuyor, çalışıyor, geziyor, konuşuyor, münakaşalar yapıyorduk. O bahçesi ile uğraşırken ben piyano çalıyor, sonra alçak pencereden atlayarak ona yardım ediyordum. Bir zamanlar delisi olduğum çiçekler arasında kahvaltı etmek, gece ay ışığına karşı saatlerce lamba yakmadan oturup düşünmek, köylere gidip kimsesiz, bakımsız çocuklarla meşgul olmak hayatımı dolduran şeylerdi. Fakat bir gün saadetim, huzurum bir anda yok oldu. Çünkü bu defa da muhal bir aşka tutulmuştum. Henüz çok gençtim. Sevgi hususunda tecrübem yoktu. Yaşlı ve evli bir adamı sevdim, önce yalnız hayran olduğumu sanıyordum. Fakat çok geçmeden çocukluğumda çiçeklere, kartlara, pullara, kuşlara ve daha bir sürü manasız şeylere tutulduğum gibi, yine saçma bir şeye bağlandığımı anladım. Bu defa ondan soğumak için bana kim yardım edebilirdi? “Al! Bu sana aittir, istediğin kadar sev!” diyebilecek kuvvet kimde mevcuttu? Şimdi bütün hakları ve kuvvetleriyle aramızda bir kadın vardı. Benim sevdiğim adama uzaklığım nispetinde o yakındı.

      Bir СКАЧАТЬ