Название: Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar
Автор: Mükerrem Kâmil Su
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-81-5
isbn:
Şimdi gazetelerde, mecmualarda spor hareketlerini, insanları oyalama için icat edilen binbir küçük şeyi, mektep programlarını, şimdiki hayat şekillerini tetkik ettikçe yalnız kızını düşündüğü için hayata erken geldiğine pişman oluyordu. Onu asıl şimdi bir talebe olarak görmeli ve şimdi çok müsait şartlar altında serbest ve istediğim gibi yetiştirmeliydim, diyordu.
Müzik öğrenmesini istemişti. Öğrendi. Hassasiyeti büsbütün gerildi. Yabancı dil öğrendi. Edebiyatın enginine gömüldü.
Sakat izdivacına mâni olmak için kuvvetle cephe almadı. Ayak direyemedi, bedbaht oldu.
Hayatının muhasebesini yapan yaşlı adam, bu müşkül sınavdan daima gözleri yaşlı çıkardı. Ne yazık! Onu narin bir oyuncak gibi hayatta yapyalnız bırakacak ve bu yüzden daima topraklarında bile ızdırap çekecekti.
Hastalığının kızına haber verilmesini istemiyordu. Onun telaşa düşmesinden, yüreğinin kalkmasından korkuyordu. Fakat Afet, doktorla konuştuktan sonra hemen arkadaşına bir yıldırım telgraf gönderdi.
Ona sadece “gel” demişti. Biliyordu ki, ne pahasına olursa olsun Nahide bu davete koşacaktı. Manasız bir şey için kendisini çağırmayacağından emindi.
Nahide hakikaten gün geçirmeden yetişti. Geceyi buhran içinde kamarasında uykusuz geçirmişti. Acaba ne var, ne oldu diye kendini yiyip bitirmişti.
Bahri Doğru ile Afet, genç kadını istasyonda bekliyorlardı.
“Ne var Afet, doğru söyle. Babama bir şey mi oldu?”
“Hayır, hiç telaş etme. Seni çok özlemiştim. Hem baban biraz keyifsiz.”
Nahide her şeyi anladı. Sararmış yüzüne damlayan gözyaşları içine dökülüyor, kirpikleri sık sık birbirine dolanıyordu.
Atların koşamadıklarına, arabanın yerinde saydığına sinirleniyor, yürürse daha çabuk eve yetişeceğini iddia ediyordu.
Afet, onun buz gibi soğuyan ellerini avuçlarının arasına almış, ısıtmaya çalışıyordu:
“Metin ol Nahide. Yemin ederim, ortada bir şey yok.”
O, eve girer girmez bir çılgın gibi babasının yatak odasına koştu:
“Babam, babacığım!”
Artık ağlıyordu. Bol ve bütün yabancı duyguları silip yıkayan sıcak yaşlarla…
“Kendini harap ediyorsun evladım. Hiçbir şeyim yok… Basit bir soğuk algınlığı. O kadar…”
Bu günler pek uzun sürmedi.
En kuvvetli doktorlar, en tesirli ilaçlar, dünyanın en şefkatli bir kadını ve belki en temiz, en bol, en yakıcı gözyaşları aciz kaldılar.
O, yana yana eriyen, kendi kendini tüketen bir mum gibi söndü. Müddetini dolduran bir gökyüzü ışığı gibi başka bir âleme kaydı, gitti.
Nahide yatağa düşecek bir hâle gelmişti. Bu kocaman dünya içinde yapyalnız kaldığını düşünmek onu harap ediyordu. “Yemekte yalnızım, evde yalnızım, her yerde ve bütün hayat içinde yalnızım…” diyordu. “Ah, ne kadar bedbahtım.”
Babasına ömrünün son yıllarında en tatlı bir meşgale olan bahçenin yeşili bir daha uyanmayacak, kümeslerinde tavuklar ses vermeyecekler, saksılarda çiçekler donacaklar sanıyordu.
Afet muvazeneli sevgisi, mazbut düşünceleri ve yerinde tesellileriyle onu çekip çevirmeseydi belki de bu yas onu yere vurabilirdi. Önce âdeta zorla onu alıp kendi evine getirdi. Evi geniş ve çok iyi döşenmişti. Arkadaşını daima değişik odalarda, değişik divanlara yatırıyor, üstüne ince bir örtü çekerek hiç yalnız bırakmıyordu. Mevsimin en güzel romanları, seçkin mecmuaları, Avrupa’dan beraber getirttikleri modeller ortaya seriliyordu. Afet bazen okuyor, bazen anlatıyor, bazen konuşturmak için ona birçok şey soruyordu.
Bir ay böyle geçti.
Bahar gelmişti. Balıkesir gökleri sık sık gözyaşı dökmeye, sokaklarda yer yer su birikintileri görünmeye başladı. Birçoklarından olduğu gibi Sermet’ten de kendisine taziye mektubu gelmişti. Afet, arkadaşının hislerini yoklamak için sözlerini birkaç defa bu vadiye intikal ettirdiyse de onu pek söyletemedi. Yalnız sevinçle şunu anladı ki, bu büyük acı arkadaşını fena hâlde yaralamakla beraber kalbinde belirmek üzere olan sakat his de bu arada ezilmiş, körleşmişti. Afet buna esef etmiyor, bilakis çok, pek çok seviniyordu. Çünkü onun, bir gün Sermet’i sevmek felaketine düşmesi kendisini bir hayli endişeye düşürmüştü. Çünkü hiçbir suretle mesut olmalarına ihtimal veremiyordu. Fakat Nahide tarafından ümide düşürülüp de sonra yüzüstü bırakılan genç adam ne olacaktı? Ne düşünecek, neler yapacaktı? O, bunları düşünmek bile istemiyordu. Sermet’le alakadar değildi. Bu basit genci beğenmiyor, sevemiyor, hele arkadaşına hiç layık görmüyordu. Bir gün az veya çok ne kadar ızdırap çekerse çeksin onun da iyileşeceğini, bir başkası ile evlenip pekâlâ mesut olabileceğini kuvvetle umuyordu. Buna muvaffak olmak için gençlik denilen en kuvvetli, en bükülmez silah elinde değil miydi?
Afet’in bütün ısrarlarına rağmen Nahide ona daha fazla yük olmak istemedi. Bir gün sessiz sedasız, hemen hiç kimseye haber vermeden İstanbul’a yerleşmek kararıyla yola çıktı.
Kocası ve kızı ile beraber arkadaşını geçirmeye gelen Afet, ömrünün sayılı hüzünlerinden, sayılı acı günlerinden birini yaşıyordu. Hiçbir zaman lüzumsuz bir yere dökmediği gözyaşları, yeşil zümrüt ışıklardan süzüle süzüle pembe yüzünü ıslatıyor; kendini tutmak istedikçe daha çok hıçkırıyordu.
Bahri Doğru pek metin ve her şeye mukavemetli görmeye alıştığı karısının gözyaşlarını, sararmış yüzünde donakalan bakışlarla takip ediyor; Nahide’nin pek çok sevdiği küçük Emel “Nahide abla, yine gel!” diye boynuna sarılıyordu. “Ben seni hiç unutmayacağım.”
“Nahide, yavrum kendini üşütme. İner inmez bana telgraf ver. Akşam yemeğini yemezlik etme. Sana çantayı elimle hazırladım. Vapurda mutlak aç.”
Ve sonra bir sürü küçük, fakat hep kalpten kopan, şefkat ve sevgi ile söylenen minimini öğütçükler!..
Sanki bir solukta ayrıldılar. Nahidecik belki de bir daha hiç dönmemek üzere sevdiği şehri terk etmiş bulunuyordu. Afet, arabaya biner binmez hıçkırmaya başladı. Belki kardeşlerinden de çok sevdiği arkadaşını, mezara bırakmış da elleri ve hatta kalbi bomboş dönüyor gibi idi.
Bahri Doğru, büyük acıları herhangi bir sözle teselli etmenin gayrimümkün olduğunu bildiği için sesini çıkarmadan karısına bakıyordu. Küçük Emel, annesinin ızdırabı karşısında donmuş kalmıştı. Millî СКАЧАТЬ