Название: Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar
Автор: Mükerrem Kâmil Su
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-81-5
isbn:
Yetmedi mi, diyordu. Yetmedi mi mazide bir hiç için döktüğün gözyaşları? Ben ki artık içimdeki gözyaşı kaynağının kuruduğunu, tükendiğini, bir daha ne olursa olsun ağlamayacağımı sanıyordum.
Valizinden ince, uzun bir şişe çıkardı. Şakaklarını bol sinir kolonyasıyla ıslattı. Başı ağrıyor, saçlarının dipleri çekiliyor, koparılıyor gibi oluyordu.
Kapıya vuruluyordu. Bir daha, bir daha…
Silkinerek ilerledi. Anahtarı çevirdi. Beyaz ceketli bir kamarot saygıyla eğilerek salonda kendisini beklediklerini haber verdi. Afet’in âdeti idi. Vapurun kalkacağı sırada Bandırma’ya telefon ederek yerleşip yerleşmediğini sorardı. Bu düşünceyle kamaradan çıktı. Mat ışıklar altında kırmızı kadifeleri harelenen salonda onu buldu. Yüzü âdeta bembeyazdı. Gözlerinin yeşili bile sanki erimiş, solmuştu.
“Siz miydiniz?”
“Niçin gidiyorsunuz?”
“…”
“Peki, dönecek misiniz?”
“Tabii döneceğim. Babam, yuvam orada…”
“Beni kabul etmemek için mi bu seyahati tertip ettiniz?”
“Susunuz. Söyletmeyiniz beni. Hislerimin hesabını kimseye vermek istemem. Beni yalnız bırakınız!” diye feryat eden içini, dudakları başka şekilde tercüme etti:
“Ne münasebet Sermet Bey. Size telefon etmezdim o hâlde…”
“Nezaketiniz buna mâniydi hanımefendi!”
“Sizi trende görmedim.”
Ona, “Küçük bir memlekette peşinizden koşmam isminizi dile düşürürdü.” diyemezdi. Biraz durakladıktan sonra:
“Otomobille size yetişmek icap ediyordu.” diye karşılık verdi.
“Zahmet etmişsiniz.”
“Değmez mi Nahide Hanım?”
“…”
“Susuyorsunuz. Öyleyse evet!”
Karşılıklı iki geniş koltukta oturuyorlardı. Genç kadının bakışları masaya mıhlanmış gibiydi. İçinde neler yanıp söndüğü, nelerin yaşayıp öldüğü belli olmuyordu.
Genç adam “Artık beni çekilmez bir gölge, kapanık bir bulut gibi daima karşınızda göremeyeceksiniz hanımefendi. Fakat aşkınızın izinde ölünceye kadar yürüyeceğim. Buna da hiçbir kuvvet engel olamaz sanıyorum.” dedi.
“Ne beyhude bir yolculuk!”
“Hangisi?”
“Hangisi mi?”
Bakıştılar. Yeşiline kadar solan gözlere binbir vehim dolmuştu. Siyah bakışlarda gölgeler titriyordu.
O biraz kalın, tahrik edici sesi:
“Ne hiç…” dedi, “ne de hep Sermet Bey! Şimdi hangisini söyleyeceğimi kararlaştırmış değilim.”
“Öyleyse beklerim, bekleyeceğim. Yaşadığım kadar isminize bağlı, ilham ettiğiniz yüksek duyguya layık ve daima hasret çekerek bekleyeceğim. Gün, gece ve saat sayarak bekleyeceğim Nahide Hanım.”
Yolcuları uğurlamak için gelenler kampana sesiyle harekete geçtiler. Güvertede tehalükle dolaşan ayak sesleri salona kadar geliyordu. Genç adam, kendisine şefkatle uzanan narin eli tuttu. Dudakları öpmek, gözleri üstüne yaş dökmek için yandığı hâlde yüksek aşkı heyecanlarına siper oldu. Bir gölge gibi sessizce merdivenlere doğru yürüdü. Ağır ağır çıktı. Son basamakta bir an durdu. Döndü. Yine durdu. Sonra annesinden ayrılmak istemeyen, zorla bir başka yere gönderilen veya terk edilen üzgün bir çocuk gibi koşa koşa merdivenlerden indi. Kalbindeki çırpınan hisleri gözlerinin aynasına toplanmış denebilirdi.
“Ölüm bile beni sizden ayıramaz Nahide Hanım!” diye içini döktü. Dinleyene, hissederek dinleyene ürpertiler veren samimi sesiyle “Ölüm bile!..” diye tekrarladı. “Ölüm bile!..”
Galip Bey memuriyet hayatının en iyi yıllarını Balıkesir’de geçirmiş, orada evlenmiş, orada mesut ve bedbaht olmuştu. Tekaüt20 edildiği zaman ömrünün son yıllarını da orada geçirmeye daha o sıralarda karar verdiği için Balıkesir’de yerleşmiş bulunuyordu. Şarkın eteklerinde işinin son saati çalınca gençliğinin ümitler ve heyecanlarla dolu günlerini, en sıcak hatıralar ile bağrında saklayan memleketi düşündü ve bununla sükûn buldu. Şehrin memleket hastanesine çıkan yolu üstünde, geniş bir bahçe içinde kendisine bu evi yaptırmıştı. Kızı da annesinin mezarını taşıyan bu memleketi seviyordu. Ümitsiz ve hasta günlerini burada geçirmiş, nihayet günün birinde ızdıraplarından burada sıyrılmıştı. Bir gün kendi aralarında konuşurlarken “Beni de annenin yanına bırakır, sonra kalmayı istemezsen İstanbul’da yerleşirsin yavrum!” demişti.
Yaşlı adam, kızının muğlak ruhunu, çapraşık hislerini, muhal arzular arkasından koşan hayalini bütün inceliğiyle kavramıştı. Onun bu hâletiruhiye ile hiçbir gün tam manasıyla mesut olmayacağına inanmaktan gelen bir hüzün içinde zaman zaman ezilir, “Ne olur gamsız, kayıtsız, şen ve sıhhatli olsaydı. Dünyanın bütün derdini çekmek için yaratılmış gibi en küçük acılara kalbinde yer vermeseydi!” diye hayıflanırdı. Hassas ve çok okumuştu. Gençliğinin birçok güzel yılını edebiyatla uğraşarak geçirmemiş olsaydı, şüphesiz onun yaptıklarının çoğunu mazur görmeyecekti.
Nahide’nin sevmediği, hiçbir zaman mesut olamayacağını bildiği bir adamla evlenmesi büyük bir hata idi. Evli bir adamı sevdiği için dünyayı simsiyah gördüğü sıralarda bu hataya düşmüştü. Ah bu muhal aşk! Kızını harap eden, bedbahtlığa sürükleyen, isminin etrafında ağız dolusu söz söyleten hep o değil miydi?
Üç ay içinde içtimai mevkisi yüksek olan bir adamı, muhite karşı yüzüstü bırakıvermekle küçük düşürmeye elbette hak kazanmış değildi. Bu yanlış hareketi mazur görmek her babanın elinden gelmezdi.
Sık sık seyahat etmesi, ancak sevdikleri, beğendikleriyle konuşup memleket halkının çoğunun iğbirarını21 kazanması, kocalı bir kadın olmadığı hâlde gayet orijinal, epey dekolte tuvaletlerle balolarda görünmesi, şosede kilometrelerce yalnız başına yürümesi, sporun mahiyetini henüz tam manasıyla kavramayan bir memlekette ne akisler yapardı? Herkesin ne mana vereceğini nazar-ı itibara almadan seviyesine uygun gördüğü erkeklerle konuşuyor, münakaşalar yapıyordu. Bunların muhit üzerinde yaptığı menfi tesirleri, en masum hareketlerinin suitelakkiye22 uğrayarak dedikoduya sebebiyet verdiğini СКАЧАТЬ
20
Tekaüt: Emekli. (e.n.)
21
İğbirar: Gücenme, güceniklik, kırgınlık. (e.n.)
22
Suitelakki: Lazım olduğu şekilde anlamama. Kötü anlayış. Kötü telakki etme. (e.n.)