Название: Cehennemden Selam
Автор: M. Turhan Tan
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-84-6
isbn:
Şuursuzca, Diyarbakır kasabasını baştan başa katetmişti. Artık kalenin dağ kapısı önüne gelmişti, ancak o vakit kendisini toparladı. Ve Tanrıbilmez’le Kör Mahmut’u görmek için buralara kadar geldiğini hatırladı.
Çeşmi’nin bir ruhi bunalım içinde Diyarbakır sokaklarını dolaştığı gece, yeni serdar, sayısız misafirlerini savdıktan sonra uyumak için haremsaraya çekilmeye hazırlanmıştı. Yarına ait emirlerini almak maksadıyla huzuruna gelen kethüdasına “Ha, unutuyordum…” demişti. “Bir veziriazam kimseye borçlu kalmaz. Yarın yanına gelecek bir Çeşmi Efendi var. Sipahi bozuntusu bir şey. Kuyucu’yu öldüren işte odur. Güya bana hizmet için bu işi işledi. Mükâfatta gecikmeyelim. Gizlice icabına bakıver. Varsın cehenneme gitsin, paşasına selam götürsün!..”
4
“Ya Hay! Ya Mevcut! Ya Hak! Ya Ebed! Ya Kadir! Ya Allah! Hu!..”
Ahşap ve basık salon, şeyh vekilinin sıtma görmemiş sesiyle birden inim inim inildemişti. Kiliselerdeki “autel”leri andıran mihrabımsı yerde siyah bir koyun postu serili. Duvarlarda cennet-i âlâ ile cehennemi gösteren iki resim asılı. Dört hurma ağacı ile minimini bir havzadan ibaret olan cennet bahçesinde kimseler yok. Fakat cehennemde birer küçük ve siyah gölge şeklinde tasvir olunan günahkârlar fıkır fıkır kaynaşıyor! Zebani olması lazım gelen birçok yılanlar da ateşle ağzına kadar dolu kazanların etrafında kuyruk sallayarak dolaşıyor.
Meşhur Dante’nin “Cehennem”i, Batı âlemini bir güzellik heyecanına düşüreli belki bir asır olmuştu!.. Doğu’nun ressam namına, fuzuli sahip çıkan nasipsizler ise henüz bu sahada levhalar meydana getirmeye uğraşıyordu.
Keçe külah üstüne yeşil sarık sarmış, göğsü bağrı açık bir adam, salondaki yegâne sedirin, mahut siyah postun sağ tarafına oturmuş, karşısında halkavari dizilen dervişlere, Vacibülvücut’un yedi ismini saydırdıktan sonra uzun bir “Hu!..” çekerek zikir işaretini vermişti.
Dirsek dirseğe dokunacak derecede yan yana diz çöken, bu hepsi çıplak ve hepsi başıboş güruh, sağdan sola, soldan sağa doğru sallanmaya başlamıştı. Güya Allah’ın huzuruna azgın çehre ile çıkmak kulluk usulleri cümlesinden imiş gibi her dervişin yüzünde derin bir elem izleniyor ve gözlerin tamamen kapalı bulundurulması manzaraya bir körler meclisi hâli veriyordu.
Dervişlerin çoğunun, bedenî noksanlıkları vardı. Kimi kel kimi şaşı kimi kambur olup cümlesinin müşterek özelliği kirlilik ve çıplaklık idi.
İptida, bir saat rakkası gibi, ağır ve mevzun bir ihtizaz ile başlayan zikir, biraz sonra seri ve sar’avi bir ihtilaç hâlini almış, başlangıçtaki keskin “hu”lar gittikçe ne olduğu belirsiz bir iniltiye dönüşmüştü.
Dervişler halkasındaki ahengi bozabilecek herhangi yorgunluk alametleri şeyh vekilinin derhâl gözüne çarpıyordu. Hüda’nın huzurunda bulunmakla beraber müritlerini gözden kaçırmayan şeyh vekili, böyle hâl vukusunda hemen ayağa kalkıyor, halkayı devreder gibi görünerek o yorgun dervişlere “Ayıp oluyor ha! Yorulmanın sırası değil!..” demek istercesine gizlice bir şeyler fısıldıyordu. Bu temas ve bu ihtar, yorulmaya başlayan dervişleri tekrar ve daha şiddetli surette harekete getirmeye kâfi geliyordu. Her türlü mimari zevkten mahrum, dervişleri kupkuru bir damın altında, güya öbür dünya namına yapılan bu hareketler, hayli uzamış ve nihayet yine şeyh vekilinin, başka bir makamdan çektiği “Hu!..” ile sallantıya son verilmişti.
Rumiye Şeyhi’nin o sıralarda pek meşhur olan tekkesindeki şu ayin, tam bir zikir olmayıp şeyhin varışına kadar vekili marifetiyle yapılmış basit bir talimden ibaretti. Biraz sonra şeyh efendi gelecek, asıl sallantı o zaman baş gösterecekti.
Bilhassa bu akşam, ordu erkânından birçok muhterem şahsiyet şeyhin ziyafetine davetli olduklarından onların şerefine tekkenin bütün hünerleri gösterilecekti.
Gerçekten yaptıkları alıştırma ile hafifçe terleyen dervişlerin terleri kurumuş ve kuvvetleri yerine gelmişti ki şeyhin teşrif etmek üzere bulunduğu haberi ağızdan ağıza yayıldı.
Şimdi iki yüzden fazla derviş, birbirleriyle yapışık denilecek kadar sıkışık olarak yere uzanmışlardı. Sırtları yukarıda, kolları altında, bir odun parçası gibi hareketsiz yatıyorlardı ve yavaş sesle “Hu!.. Hu!..” diyorlardı.
Kapı cihetinden de şeyh görünmüştü. İki kişinin derin bir dindarca huşu ile dizginini çektikleri bir beyaz ata binmişti. Bu küçük alay, alelade bir sokakta yürür gibi lakaytça, salonun toprak zemini üstünde yatan dervişlerin üzerinden geçmeye başlamıştı. Şeyh efendi, göz kapakları inik, dudakları bilinmez hangi evradın tekrarıyla kıpırdıyor, altındaki mahluklardan bihaber salonu devrediyordu.
Seyisler, dervişlerden kiminin başına kiminin ayağına basarak yürüyor ve şeyhin atını da yürütüyorlardı. Her derviş, atın ön ve arka ayaklarından en az birer darbe yiyor, fakat küçük bir elem sedası bile çıkarmıyordu.
Otuz iki tarikatın o devirlerde yüzlere varan hankâhları,30 zaviyeleri içinde bu hüneri gösteren yegâne mürşit, Rumiye Şeyhi idi. Onun babası, semahaneyi31 şişelerle doldurtturur ve oynak bir ata binerek, hiçbir tanesini kırmamak şartıyla, şişelerin üstünden dolaşırdı.
Şimdiki şeyh, şişeleri dervişlerle değiştirmişti ve bundan daha açık bir “tasavvuf remzi” vardı: At, hayatın ağırlığını temsil eder!
Alelade insanlar o ağır yüke tahammül edemez; fakat şeyhin temasıyla, o ağırlık, hafiflik kazanmaktadır ve görüldüğü üzere, müridan, atın altında hiçbir elem duymamaktadır. Kısacası fâni hayatın ağırlığını çekebilmek, ruhen temizlenme, batınen incelmeye bağlıdır. Bu dereceye erişebilen mütteki bir derviş, şeyhin atından çifte de yese ses çıkarmaz.
Rumiye Şeyhi’nin kerameti bununla sınırlı değildi. Babasının öldüğü günün yıl dönümlerinde şeyh efendi, bir büyük hüner daha gösterirdi. Her sene o gün, babasının mezarında muhteşem bir ayin yapılırdı. Dört taraftan, senelik vergilerini de yanlarında getirerek, koşuşup gelen müritler, mezarın etrafında toplanır ve o gün tecelli edecek mucizeyi beklemeye başlarlardı. Öğleye doğru şeyh efendi de gelir, yarım saat süren bir duadan sonra türbenin kapısını açar, fakat girmeyerek, elleri göğsünde bir duruşla beklerdi.
İşte bu esnada, şeyhin evi tarafından başıboş bir eşek peyda olurdu. Bu eşek, oradaki kalabalığı mühimsemeyerek, toprağı koklaya koklaya, bazen durarak burnunu havaya kaldıra kaldıra doğruca türbeye gelir ve kuyruğuyla şeyh efendiyi selamladıktan sonra hemen içeriye dalar, oradaki mezarın etrafını üç kere tavaf ederdi. Bir hayvan yavrusunun gösterdiği bu iman eseri, orada toplanan müritleri coşturup taşırırdı. Herkes türbeden evvel eşekle temas etmek için can atar ve ona yaklaşabilenler, muska yapmak emeliyle birkaç kıl koparırdı. Bunun neticesinde zavallı hayvan, cascavlak ve dımdızlak bir hâle gelirdi.32
Gerçi o devirlerde diğer bazı tekkelerde de hünerler gösterilirdi. Özellikle Rufailerin kızgın СКАЧАТЬ
30
Hankâh: Allah rızası için ve misafirleri minnet altında bırakmamak ihlası ile fakir ve dervişlere ve talebe-i uluma yemek verilen ve misafir edilen yer.
31
Semahane: Sema ayininin yapıldığı geniş yer, Mevlevi tekkelerinin geniş salonu. (e.n.)
32
Hikâyemizin taalluk ettiği tarihten iki yüz elli sene sonra Mısır’da da böyle bir garip itikat yüz göstermişti. Tanta’da defnedilmiş Seyyid Ahmed Bedevi’nin özel gününde Şinavî namını taşıyan ve ismi geçen seyidi mukaddes tanıyan dervişler, böyle bir eşeğe keramet ederlerdi. Tıpkı naklettiğimiz şekilde vazifesini ifa eden bu eşekler yıllarca muhterem tanılmıştı. Ahmed Bedevi’ye ait merasim hâlen de Mısır’da yapılmaktadır, fakat eşek meselesinin devam edip etmediği bu satırların yazarınca meçhuldür. (y.n.)