Название: Cehennemden Selam
Автор: M. Turhan Tan
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-84-6
isbn:
Bu kirli baba ve oğul, kapısı ve sofrası gariplere daima açık bulunan zengin bir adamın evine postu sermişlerdi. Ahır müştemilatında bir köşede akşam ve sabah verilen bir çorbaya kanaatle yaşayıp gidiyorlardı. Dervişin geceleri ah vah ve zikrullah ile iştigali uşaklarca, gerçekten bakışlarını çekiyordu. Fakat o tehliller, o dokunaklı ibadat, belirlenmiş gıdayı bile artıracak bir tesir yapmıyordu. Her koyun kendi bacağından asılacağına göre dervişin takvadaki aşırılığı, oradaki uşakları elbette alakadar edemezdi.
Baba ve oğul, aylarca bir sığıntı vaziyetinde bir evde yaşamışlardı. Bu uzun müddet zarfında ne kimse bu meçhul dervişe nereden gelip nereye gittiğini sormuş ne kendisi bir kimseyle tanışıklık kurmuştu. Yanındaki kirli mahlukun oğlu mu, oğulluğu mu olduğunu bile bir ferdin merak edip sorduğu vaki değildi. Daha garibi, ev sahibi kendi hanesinde böyle bir Tanrı misafiri olduğundan da haberdar olmamıştı. Yalnız uşaklardır ki misafir dervişin çorbasını ve ekmeğini verip duruyorlardı.
Gülünç bir tesadüf, bu kim olduğu meçhul dervişi birdenbire Diyarbakır’ın en tanınır bir şahsiyeti hâline getirdi. Bir gece yarısı onun misafir kaldığı hanede büyük bir telaş başlamıştı. Uşaklar koşuşuyor, haremden selamlığa ve selamlıktan hareme durmadan haberler gidip geliyordu. Bu telaş ve heyecan, dervişin nazarından kaçamazdı. Nispeten nazik ve yardımsever görünen bir uşaktan bu didişmenin sebebini sordu. Uşak, ilk önce “Senin ne vazifen be herif!” der gibi oldu, sonra gönül kırmaktan kaçınarak hanımefendinin yüzünde müthiş bir çıban çıktığını, çok ızdırap çektiğini, Diyarbakır’daki cerrahların ilacından, hocaların okumasından bir fayda hasıl olmadığını söyledi. O vakit derviş, zeki gözlerini uşağa dikerek inandıran bir sesle “Allah’ın izniyle…” demişti. “Biz bu derde derman oluruz. Var haber götür.”
Yerden ve gökten medet bekleyen hasta ile eşi, dervişin arz ettiği hizmeti büyük bir istekle kabul etmişlerdi. Dervişin tatbik ettiği tedavi tarzı çok basitti, fakat hastayı derhâl sancıdan ve elemden kurtarmıştı.
Hane sahibini, yarı tiksinme ve yarı gücenme ile gözlerini kapamaya mecbur eden tedavi şekli, hanımın rengin bir külü andıran ter-ü taze yüzündeki çıbanı, dervişin pis ve kalın dudaklarıyla emmesinden ibaretti.
Hanım, bu sakallı ve murdar sülüğün gördüğü işi minnettarane karşılamıştı. Bey de bu minnettarlığa katıldığından derviş efendiye bol bol ikramlar başlamıştı. Kendisine derhâl selamlıkta güzel bir oda tahsis edildi. Evin hamamında oğluyla beraber yıkattırılarak üstleri başları değiştirildi. Hanımından, kocasından, kaynanasından, başkalfadan, başağadan ve hülasa bütün hane halkından kese kese sarılar geldi.
İşin en tatlı tarafı, dertli derviş birdenbire şeyhlik payesine erişmişti: Artık şeyh efendi aşağı, şeyh efendi yukarı!..
Nezleden zatülcenbe, beyin zarı iltihabına kadar her hastalık için şeyh efendinin nefesi birebirdi. Hele çıbanları ifşada, kimse bu serserinin kudretinden şüpheye düşemezdi, hane sahibinin şurada burada “Nefes değil, bıçak efendim…” girişiyle başlayan tecrübeyi anlatmada gösterdiği ciddiyet, dervişin şöhretini büsbütün Diyarbakır’a yaymıştı. Güya hanımın yüzündeki şirpençe imiş! Bu çıbanın yüzde çıkması vaki değilse de istisna olarak hanımda yüz göstermiş! Şeyh efendi eliyle temas eder etmez o koca şirpençe, Allah’ın izin ve keremiyle, iz bile bırakmadan ortadan kalkmış.
Hane sahibi, çıbanın emildiğini nedense gizlemeye ve saklamaya lüzum görüyordu. Gelgelelim şeyh efendi bir iki ay içinde elde, ayakta peyda olmuş nice çıbanları emerek iyileştirmişti. Ancak şöhreti kemale yettikten ve hayli dünyalık tedarik ettikten sonra, eşraftan birinin söylenmez bir yerinde çıkan çıbanı da emmek teklifine karşı “Mana âleminde bu işten artık men olunduk!” cevabıyla sülük rolü oynamaktan feragat etmişti.
Şeyhten lütuf görenler bu hastalıklar şifacısı namına bir zaviye yapmakta gecikmediler. Devamlı propagandalar şeyhin şöhret dairesini gittikçe genişletiyordu. Bu şöhrete kapılıp dört taraftan gelen müritlerin adedi de anbean artıyordu. Müritlerin çoğalması servetin tezayüdü demekti. Para çoğaldıkça zaviye genişliyordu. İşte bu gidişle bir gün Diyarbakır’ın en seçkin yerinde, haremli, selamlıklı, mutfaklı, ahırlı, müritlere ve misafirlere mahsus çok daireli koca bir tekke meydana gelmiş ve çıplak ayak Koç Baba’nın, -bu türedi şeyhin ismidir- Kuş Bahçeleri, Bağ-ı İrem kadar şöhretli olmuştu. Koç Baba, ilk şöhret günlerinde koynundan uzun bir şecere çıkararak, soyunun büyük sahabilerden bir yüce zata dayandığını ispat etmeyi unutmamıştı. Bu kutsi asalet olmadıkça nefsindeki şifa verme kudreti ne olursa olsun, kendisine tam bir muhteremlik temin edemezdi.
Diyarbakır’a, bir ip, bir külah giren derviş, uzun senelerden sonra öldüğü zaman oğluna hatırı sayılır bir servet ve o servetten daha mühim olmak üzere de çok değerli bir “post” bırakmıştı.
İtiraf etmelidir ki bu şeyh, oğlunu okutmayı da ihmal etmemişti. Yeni şeyh, Türkçede, iki satır düzgün yazı yazacak kadar sermaye temin edememekle beraber Arapça ve Acemceden hayli şeyler bellemişti. Buhari, Ebu Müslim, Ebu Davud gibi temel hadis kitaplarını tetkik edebilmişti. Bir mecliste bulununca diğer şeyhler gibi sadece istiğraka dalıp kalmıyordu. “Esteizübillah” ve “Habibullah”larla karışık sözlerle, mecliste hazır olanları hayran hayran ağzına baktırabiliyordu.
Bu gece at üstünde sahneye girişini gördüğümüz şeyh, işte bu adamdı ve şimdi “Rumiye Şeyhi” namıyla yâd olunuyordu. Tebriz’den, Revan’dan, Erzurum’a; Musul’dan, Urfa’dan Van’a kadar koca bir diyarın halkı, ayağına akıp büyük bir muhabbetle adaklarını, sadakalarını, zekâtlarını bu zatın rikabına arz edip duruyordu. Gizlice ve pek geniş mukayesede ticaretle de iştigal ettiği için büyük bir servet yığmıştı. Oralardan sık sık geçen serdarlar, paşalar mutlaka tekkeye gelip şeyhin elini öperler ve duasını alırlardı. Bütün o saydığımız diyar ahalisi, en şüpheli işlerde onun “aziz başına” yemin ederlerdi!..
Bugünkü genç nesil, hele bundan sonra gelecek ve yetişecek bahtiyar nesiller, tekke ve şeyh isimlerini ancak tarih kitaplarında göreceklerdir. Tarih, ne kadar hak sözlü olursa olsun tekke hayatının mübarek Türk yurdunda oynadığı meşum rolü gelecek nesillere itiraf ederek anlatamayacaktır. Biz ki o hayatın son günlerine şahit olduk. Ve biz ki bu nimete ermezden evvel ne yaman bir izlal35 ve iğfal şebekesi olduğunu yakından gördük. Şahit olduklarımızı ve gördüklerimizi yeni nesile intikal ettirmek mecburiyetindeyiz. Bu mecburiyeti tanımak, tekke hayatını kökünden söken vatanperverlere karşı bir nevi iyiliğe teşekkür ve aynı zamanda tarihe bir hizmettir.
Tekkeler, malum olduğu üzere, tarikat teşkilatında birer merkezdir. Her tarikat, siyasi bir dağılmanın neticesidir. Orta Çağ’da, Doğu’nun geçirdiği siyasi buhranlar sayısızdır. Sık sık vukuya gelen yönetim değişiklikleri, birbirini takip eden istilalar, bütün Yakın Doğu üstünde bir kararsızlık havası yaratmıştı ve hava, tam on asır, Doğu’nun her noktasında yüzlerce tarikat zuhuruna sebep oldu.
Bütün tarikat kurucuları, gizli bir siyasi ihtiras ile harekete geçen kimselerdi. Bu kişiler, zemin ve zamanı, ellerindeki vasıtaları müsait gördükçe tabi oldukları hükûmetlere karşı isyan etmekte tereddüt etmediler. İran’da Safeviye, Uzak Batı’da Muvahhidin hükûmetleri, СКАЧАТЬ
35
İzlal: Alçaltmak. Haysiyetsiz ve hakir etmek. (e.n.)