Название: Bir Delikanlının Hikâyesi
Автор: Гюстав Флобер
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6485-41-9
isbn:
Bitkiler Bahçesi’ne gittiğinde, bir palmiyeyi görünce Frédéric, uzak memleketlere doğru sürüklenirdi. Hecin develerinin sırtında, fillerin hamailinde, bir yatın kabinesinde adalar arasında veya otlar arasındaki sütunlara ayağı çarpıp sendeleyen çıngıraklı katırların sırtında ikisi birlikte yolculuk ederlerdi. Bazen, Louvre’da eski tabloların önünde durur, aşkı onu kucaklayıp kaybolmuş yüzyıllara götürür, resimlerdeki kişilerin yerine kordu. Madam Arnoux başında tüllü külahı, kurşundan bir camlı bölmenin önünde diz üstü dua ederdi. Bir Kastilya veya Flandra derebeyinin karısı olur, iyi kolalanmış, kırmalı yakalı ve kasnaklı bol elbisesiyle oturup dururdu. Sonra sırmalı ipek elbiseler içinde, deve kuşu tüyünden bir sayvan altında, senatörler arasında renkli mermerden büyük merdivenleri inerdi. Başka zamanlar da onu bir haremin yastıkları içinde, sarı ipekten pantolon giymiş hayal ederdi; her güzel olan şey, yıldızların parlaması, bazı müzik havaları, bir cümlenin şekli, bir şeklin çizgisi farkında olmadan birden aklına bu kadını getirirdi.
Onu kendine metres yapmaya kalkışmanınsa boşuna uğraşmak olacağını gayet iyi biliyordu.
Bir akşam çıkıp gelen Dittmer onu alnından öpmüştü, Lovarias da “Bir dostluk imtiyazı olarak, müsaade edersiniz, değil mi?” deyip alnından öptü.
Frédéric “Hepimiz de dostuyuz gibi geliyor bana?” diye kekeledi.
“Hepsi eski dost değil!” diye karşılık verdi Madam Arnoux.
Kendisini dolaylı olarak önceden terslemekti bu.
Zaten elinden ne gelirdi? Sevdiğini mi söylesin? Bunu söyledi mi ya her hâlde başından savacak ya kızıp evinden kovacaktı! Bütün acılara katlanmaya seve seve razıydı, elverir ki onun yüzünü görmekten yoksun olmasın.
Piyanistlerin kabiliyetine, askerlerin yüzlerindeki yaralara imreniyordu. “belki benimle ilgilenir” diye, ağır bir hastalığa tutulmayı yürekten istiyordu.
Arnoux’yu kıskanmayışına şaşardı; Madam Arnoux’yu kendisine pek yaraşan iffetinden başka bir giysi altında düşünemez, cinsiyeti de esrarlı bir karanlık içinde kaybolurdu.
Yine de öyleyken, onunla beraber yaşamak, senli benli konuşmak, başını saran kurdeleyi uzun uzun okşamak veya yere diz çöküp kollarını beline dolamak, gözlerinde ruhunu içmek mutluluğunu düşünürdü!
Bu mutluluğa ermek için kaderini yenmesi gerekirdi; oysa elinden hiçbir şey gelmediği için Tanrı’ya lanetler yağdırır, kendini korkak diye suçlandırır, hücresi içinde dört dönen mahpus gibi, arzuları içinde döner dururdu. Hiç eksilmeyen bir ızdırapla boğulurdu. Saatlerce hareketsiz durur veya iki gözü iki çeşme ağlardı. Kendini tutmak kuvvetini bulamadığı bir gün Deslauriers ona, “Söyle Allah aşkına, senin neyin var?” dedi.
Frédéric’in sinirleri bozulmuşmuş. Deslauriers onun bu lafına inanmadı. Böyle bir ızdırap karşısında şefkat duyguları uyandı, dostunu avuttu, kuvvet verdi. Onun gibi bir adamın kendini kapıp koyuvermesi, görülmedik bir budalalıktı! Gençliğin kıymetini bil, sonra aklın başına gelir, ama geçmiş ola.
“Keyfimi kaçırıyorsun Frédéric! Ben karşımda hep o eski delikanlıyı görmek istiyorum! Ne hoşuma giderdi! Haydi, hayvan, bir pipo iç! Biraz kendine gel, beni üzüyorsun!”
“Doğru.” dedi Frédéric. “Ben çılgının biriyim!”
Kâtip devam etti:
“Ah! Eski âşık, seni kederlendiren şeyin ne olduğunu ben biliyorum! Şu kalpçik, değil mi? Haydi itiraf et! Aman, o da mı dert! Kadının biri giderse dördü gelir! Erdemli kadınları, başka kadınlarla düşüp kalkarak unutursun. Seni kadınlarla tanıştırayım, ister misin? Alhambra’ya bir gidivermek yeter.”
Yakın zamanlarda Champs-Elysees’nin üst başında açılıp bu türlü kurumlar için yersiz sayılacak bir lüks yüzünden, daha ikinci mevsimde iflas eden, herkesin dans edip eğlendiği bir yerdi burası.
“İyi eğlenilen bir yer galiba. Haydi gidelim! İstersen dostlarını da al; hatta Regimbart’ın gelmesine bile razıyım!”
Frédéric Vatandaş’ı çağırmadı. Deslauriers’nin Senecal’i yoktu. Yalnız Hussonnet ile Cisy’yi, bir de Dussardier’yi götürdüler. Bindikleri araba beşini de Alhambra’nın önünde indirdi.
Sağda solda birbirine muvazi İspanya-Arap mimarisinde iki galeri uzanıyordu. Karşıda, dipte bir evin duvarı vardı. Dördüncü duvarı (lokantanın duvarı) ise renkli camdan pencereleri olan Gotik tarzındaki bir manastır duvarını andırıyordu. Çin işi bir çatı, çalgıcıların çaldıkları kerevetin üstünü örtmüştü; yer asfalttı, direklere asılmış kâğıt fenerler dans edenlerin üstüne uzaktan renkli bir ışık saçıyordu. Ötede beride görülen bir heykel kaidesi üstündeki taş yalaktan ince bir su fışkırıyordu. Ağaç yaprakları arasında boyası yapış yapış, alçıdan Hebe ya da Cupidon heykelleri görülüyordu. Sarı kum döşenip iyice düzletilmiş birçok ağaçlıklı yollar bahçeyi olduğundan daha büyük gösteriyordu.
Birkaç üniversite öğrencisi metreslerini gezdiriyor, tuhafiye mağazası tezgâhtarları parmakları arasındaki bastonla çalım satıyorlardı; kolej öğrencileri regalia sigaraları içiyor, birtakım ihtiyar bekârlarsa boyalı sakallarını tarakla sıvazlıyorlardı. İngilizler, Ruslar, Güney Amerikalılar, fesli üç Doğulu vardı. Aşüfte kadınlar, yosma işçi kızları, orospular, bir koruyucu, bir âşık bulmak, birkaç altın koparmak sevdasıyla veya sırf dans etmek hevesiyle buraya gelmişlerdi. Altında su yeşili, mavi, çilek kurusu veya mor kombinezon bulunan elbiseleri, abanoz ağaçlarının ve leylakların arasından geçiyor, sallanıyordu. Hemen bütün erkeklerin ceketleri kareli kumaştandı, akşam serin olduğu hâlde birkaçının pantolonu beyazdı. Hava gazı fenerleri yakılmıştı.
Moda gazeteleriyle ve küçük tiyatrolarla münasebeti olan Hussonnet, kadınların çoğunu tanıyordu. Bunlara parmaklarının ucu ile öpücükler gönderiyor, konuşmak için ara sıra arkadaşlarından ayrılıyordu.
Deslauriers bu hâlleri kıskandı. Devetüyü renginde pamuklu elbise giymiş, iri yarı, sarışın bir kadının yanına arsız arsız sokuldu. Kadın onu asık suratla süzdükten sonra, “Yok, aslanım! Seni gözüm kesmedi!” dedi, arkasını döndü.
Sonra şişman bir esmere yanaştı; kadın herhâlde delinin biri olacak ki Deslauriers’nin ağzından laf çıkar çıkmaz, sıçradı, “Söz söylemeye devam edersen, belediye çavuşlarını çağırırım!” diye korkuttu. Kâtip gülmeye çalıştı. Sonra bir hava gazı fenerinin altında tek başına oturmuş ufak tefek bir kadın görerek gidip dansa kaldırdı.
Kerevetin üstüne maymun gibi tüneyen çalgıcılar, çalgılarını kuvvetli kuvvetli cızırdatıyor, üfürüyorlardı. Ayakta olan orkestra şefi, kurulu bir makine gibi tempo tutuyordu. Salonda herkes üst üste idi, eğleniyordu. Şapkaların çözülmüş kordonları kravatlara sürtünüyor, kunduralar eteklerin altına dalıyordu. Hepsi ahenkle sıçrıyordu. Deslauriers СКАЧАТЬ