Название: Savaş ve Barış I. Cilt
Автор: Лев Толстой
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-50-1
isbn:
Sonra o üç askerin yaptığını hoş gördüğünü belirten bir gülümseyişle ekledi: “Şatoyu soyacaklar neredeyse!”
Nesvitski de gülerek “Öyle öyle…” dedi. “Soyacaklar gerçekten!”
Sonra ağzındaki böreği rahatça çiğneyerek devam etti:
“Ama ben ne isterdim, biliyor musunuz? Taaa oraya tırmanmak!”
Tepede görünen kuleli manastırı işaret ediyordu gülümseyerek. Gözlerini kısmıştı:
“Ne hoş olurdu değil mi baylar?” diye sordu.
Subaylar gülüştüler.
“Hiç olmazsa o rahipleri korkuturdum! Dendiğine göre orada genç İtalyan kızları varmış… Gözünüzün önüne geliyor mu? Ben bu işe hiç çekinmeden ömrümün beş yılını feda ederdim!”
Subaylar arasında en cesaretlisi gülerek “Canları da kim bilir nasıl sıkılıyordur!” dedi.
Bu arada, önde duran maiyet subayı General’e bir şeyler göstermekte; General de dürbünle, gösterilen noktaya bakmaktaydı.
Çok geçmeden General dürbünü indirip omuzlarını silktikten sonra öfkeli bir sesle söylendi:
“Dediğim gibi oluyor işte, bakın! Tam olarak dediğim gibi… Bizimkiler ırmağı geçerken karşı taraf onları dövmeye başlayacak! Ne diye orada oyalanıp duruyorlar sanki?”
Irmağın öbür kıyısında mevzilenmiş olan düşman kuvvetleri ile bataryası, dürbünsüz de görülebilmekteydi. Bataryadan, süt beyazı bir duman yükseldi birdenbire. Dumanın yükselişini, uzaklardan gelen bir top sesi izledi. Aynı anda da ırmağı geçmekte olan Rus kıtalarının acele ettikleri fark edildi.
Oflaya puflaya doğrulup kalktı Nesvitski. Ağır adımlarla General’e yaklaştı gülümseyerek ve sordu:
“Bir şeyler yemek istemez miydiniz?”
Ona cevap vermeksizin kendi kendine söylendi General:
“İşler kötü! Geç kaldı bizimkiler…”
Nesvitski, “Derhâl oraya gitmemi emreder miydiniz Ekselans?” dedi.
General, daha önce etraflı bir şekilde verilmiş olan emri çabuk çabuk tekrarlamaya başlamıştı:
“Evet evet, rica ederim gidin ve söyleyin o süvarilere: En son olarak kendileri geçsinler, geçer geçmez de köprüyü emrettiğim gibi ateşe versinler. Köprüdeyken, ateşleme malzemesini yeniden gözden geçirmeyi ihmal etmesinler tabii!”
Nesvitski, selam vererek:
“Peki, efendim.” dedi.
Atını tutmuş bekleyen kazağa seslendi: Küçük çantayla matarayı kaldırmasını emretti. Sonra da ağır vücudunu çevik bir hareketle atın üzerinden aşırarak eyere yerleşti. Kendisine gülümseyerek bakan subaylara döndü, hareket etmeden önce “O rahiplere uğrayacağım!” dedi gülümseyerek.
Sonra önündeki patikadan yokuş aşağı inmeye başladı.
Topçu subayına seslendi General:
“Haydi bakalım! Güllelerinizi deneyin, nereye kadar gidebiliyorlar acaba? Hem böylelikle siz de can sıkıntısından kurtulmuş olursunuz biraz!”
Subayın sesi çınlattı ortalığı:
“Topçular, silah başına!”
Çok geçmeden de çoban ateşlerinin başından ayrılan topçular, sevinç içinde koşup gelmiş ve topu doldurmaya başlamışlardı. Hemen ardından subayın ikinci komutu yükseldi:
“Birinci top, ateş!”
Birinci top şiddetle geri tepti. Kulakları çınlatan madenî bir gürültü oldu. Gülle, tepenin altındaki Rusların başları üzerinden ıslık çalarak uçup düşmana varmadan çok daha gerilerde patlamıştı. Düştüğü yerde beyaz bir duman yükseliyordu şimdi…
Top sesi üzerine erlerin de subayların da yüzünde neşeli bir ifade belirmişti. Herkes yerinden fırlamış aşağıda, Rus ordusuyla yaklaşan düşman ordusunun hareketlerini izlemeye başlamıştı. O sırada güneş de bulutların arasından sıyrılmış olduğu için her şey pırıl pırıl görünmekteydi. Top ateşinin gümbürtüsü ile güneşin parlak ışınları el ele vermiş, insanlara canlılık aşılıyordu şimdi.
VII
Köprünün üzerinden iki düşman güllesi geçmişti bile. Her yanda itişip kakışmalar başlamıştı. Atından inmiş olan Prens Nesvitski, orta yerde, şişman vücudu parmaklığa âdeta yapışmış bir hâlde durmakta; gülerek başını çevirip birkaç adım geride atların dizginlerini tutan kazak üzerine bakmaktaydı… Prens biraz ilerlemeye görsün, erlerle arabalar hemen üzerine çullanıp onu yine parmaklığa doğru gerileterek sıkıştırıyorlardı. Bu durumda işi şakaya vurup gülmekten başka yapacak şey kalmıyordu. kazak, birdenbire “Kardeşim, ne biçim adamsın sen!” diye bağırdı.
Tekerleklerin ve atların yanına toplanmış olan piyadelerin üzerine arabasını sürmeye kalkan bir konvoy erine sesleniyordu. Var gücüyle devam etti bağırmaya:
“Ne biçim adamsın be birader! Biraz beklesen ölür müsün yani? Görmüyor musun, General geçecek!”
Ama nakliye eri, General’in sözüne de aldırmaksızın yolunu tıkayan erlere bağırmaktaydı:
“Hey! Hemşehrim! Şöyle çekilsene! Hemşehriler! Sola kayıverin, ne olur! Vardaaaa!”
Gelgelelim “hemşehriler” omuz omuza sımsıkı durmakta ve süngüleri birbirine takıla takıla, hiç ara vermeksizin köprünün üzerinden tek bir kitle hâlinde ilerlemekteydiler.
Prens Nesvitski, parmaklıklardan aşağı baktığı zaman; Enns’in pek de taşkın sayılamayacak, gürültülü, hızlı akan, birbirine karışarak yer yer kırılan, köprünün ayakları dibinde halkalar yaparak birbiriyle yarış eden dalgalarını görüyordu. Köprüye baktığında ise tıpkı o dalgalara benzeyen tekdüze, canlı er dalgaları çarpıyordu gözüne: kasketler, kılıflı tulgalar, sırtta çantalar, süngüler, uzun tüfekler, erlerin miğferleri altından görünen elmacık kemikleri, yanakları içeri çökük, kayıtsız ve bezgin bir ifade taşıyan çehreler, köprünün tahtalarını kaplayan yapışkan çamurun üzerinde hareket eden ayaklar… Bütün hepsi akıp gidiyordu. Bazen bu tekdüze er dalgalarının içinden, tıpkı Enns’in dalgaları arasında tek tük beliren beyaz bir köpük gibi sırtına yağmurluk geçirmiş olan ve yüzü de СКАЧАТЬ