Ertesi gün çok uzadı. Akşam olmak bilmiyordu. Gene aynı yollardan geçerek bahçede gezindi. Fideliklerin, çardağın, alçıdan papaz heykelinin önünde duruyor, eskiden pek iyi bildiği bütün bu şeyleri şaşkın şaşkın inceliyordu. Daha şimdiden balo kendisinden ne ka dar uzaktı! Dün sabahla bu akşamı birbirinden bu kadar uzaklaştıran kimdi? Vobiyesar seyahati onun hayatında bir gedik açmıştı. Boraların bir gece içinde dağlarda açtığı büyük yarıklar olmaz mıydı? Bununla beraber kaderine razı oldu. Bir gün evvel giydiği güzel tuvaleti dolaptan çıkarıp acıyan ellerle okşadı. Parkenin kaygan cilasıyla ökçeleri sararan saten iskarpinleri bile bu okşanıştan mahrum kalmadı. Onun kalbi de şimdi tıpkı bunlar gibiydi. Bir kere servet ve ihtişam ile temasa geldikten sonra, izleri o kalbin üstünde kalacak, bir daha hiç silinmeyecekti.
İşte bunun için balo hatırası Emma’ya bir iş oldu. Her çarşamba sabahı uykudan uyandığı vakit kendi kendine şöyle derdi: “Tam sekiz gün evvel, tam on beş gün evvel… Tam üç hafta evvel ben orada idim!” Sonra yavaş yavaş yüzler kafasında karışmaya başladı. Kontrudansların havasını unuttu. Şatonun muhtelif dairelerini, hizmetçilerin resmî kıyafetlerini pek o kadar net olarak görememeye başladı. Bazı detaylar kayboldu; fakat bunların hasreti, olduğu gibi içinde kaldı.
9
İkide bir Charles yokken, o gider, dolapta çamaşırların arasına koyduğu yeşil ipekli sigara kutusunu alırdı.
Alır, bakar, kutuyu açar, hatta tütün kutusuna karışan mine çiçeği kokusunu, kutunun iç kokusunu içine çekerdi. Kimindi acaba? Vikont’un olacak, kim bilir, belki de metresi vermişti. İçi sarı ve siyah damarlarla süslü menekşe renginde makbul pelesenk ağacı üzerine işlenmiş olan bu zarif kutu, yabancı gözlerden saklanmış, saatlerce ona emek verilmiş, çalışan bir kadının düşünceli başı onun üstüne eğilmiş, ipek bukleleri onun üstünde salkımlanmıştır. Kanaviçenin örgüleri ve ilmikleri arasına derinden gelen sevdalı nefesler süzülmüş, her gün onun üzerindeki iğne ya bir hatırayı ya da bir umudu çivilemiş ve birbirine karışan bütün bu ipek teller aynı sevdanın sessiz bir devamı olmuştur. Sonra bir sabah Vikont onu alıp götürüyor.
Neler konuşmuşlardı? O, geniş söve pervazlı şöminenin yanında çiçek vazolarıyla Pompador modası asma saatler arasında duruyordu. Şimdi kendisi Tost’ta, o ise ta nerede, Paris’te idi. Paris nasıl bir yerdi acaba? Bu, ne büyük ne ölçüsüz bir isimdi! Bu ismi yavaştan kendi kendine tekrarlıyor ve onun bir katedral çanı gibi kulaklarında çınlamasından hoşlanıyor ve pomata kutularının etiketlerine varıncaya kadar ona ait her şey gözünde alevleniyor, nurlar saçıyordu.
Gece, pencerelerinin altından, küçük arabalarıyla balıkçılar Marjolen melodisini mırıldanarak geçerlerken o, uyanırdı. Demir çemberli tekerleklerin, şehir dışında toprağa deyince yatışan gürültüsünü dinlerken içinden:
“Yarın orada bulunacaklar!” derdi.
Sonra içinden onların arkasına düşerek yamaçlara çıkıyor, inişleri iniyor, köylerden geçiyor ve yıldızların ışığı altında şoselerden akıp gidiyordu. Böyle uzun boylu gittikten sonra karışık bir meydana varıyor ve oradan ötesine artık hayal gücü işlemiyordu.
Paris’in bir planını aldı ve haritanın üstünde parmağını yürüterek koca şehri gezmeye başladı. Köşebaşında, sokak çizgileri arasında ve binaların yerini tutan beyaz karelerin önünde durarak bulvarları boydan boya adımlıyordu. Nihayet haritaya baka baka yorulunca gözlerini kapıyor ve karanlıklar içinde hava gazı fenerlerinin rüzgârdan kıvranarak tiyatro meydanlarını gürültüleriyle kaplayan açık araba basamaklarında akisler yaptığını görüyordu.
Sepet ve Samontar Perisi ismindeki kadın mecmualarına abone oldu. Hiçbir satırını kaçırmadan her yerini gözleriyle yiyecekmiş gibi okuyordu. Bütün ilk temsillere ait röportajları, at yarışlarını, süvarileri takip ediyor, bir şantözün ilk sahneye çıkışı, bir mağazanın açılış töreni onu ilgilendiriyordu. Şimdi o, yeni çıkan modaları, iyi terzilerin adreslerini, Bulonya ormanı veya operanın günlerini biliyordu. Eugene Sue’nun romanlarıyla güzel döşenmiş evleri inceledi. Balzac ve George San’i okudu. Kişisel ilgilerinin hayalen tatmini yollarını onlarda buldu. Hatta sofraya bile kitabını alıp geliyor ve Charles yemeğini yiyerek ona lakırdı söylerken o kitabın yapraklarını çevirmeye bakıyordu. Okuduğu şeyler Vikont’un hatırasını tazelemesine sık sık vesile olur ve onunla, yarattığı kişi arasında, birtakım yakınlıklar kurardı. Fakat öte yanı hep o olmak üzere etrafındaki çevreler genişler ve çehresini bir nur çemberi hâlinde saran hale, başka hayallerine de ışık vermek için, daha uzaklara yayılıp uzanırdı.
İşte bunun için Paris, Atlantik’ten daha geniş bir varlıkla Emma’nın gözlerinde, pembe bir havaya bürünerek hareleniyordu. O kargaşalık içinde kaynaşan sayısız hayat, bu esnada, parti parti ayrılmış ve çeşitli tablolar hâlinde sınıflanmıştı. Emma, bunlardan ancak ikisini, üçünü görüyor; fakat ikisi üçü ötekileri kapadığı için bütün insanlık âleminin bunlardan ibaret olduğu sanısını ona veriyordu. Önce Elçiler Heyeti parlak parkeler üstünde yürür, aynalı salonlarda, sırma saçaklı kadife örtüleriyle duran oval masalar etrafında otururlar. Orada kuyruklu roplar, büyük sırlar ve gülümsemeler altında gizlenen üzüntüler vardır. Bundan sonra düşesler sosyetesi gelirdi. Soluk benizli, saat dörtte yataktan kalkan kimseler. Kadınlar… Fistanlarının eteklerine İngiliz dantelleri dikilmiş zavallı melekler! Erkekler… Değersiz görünüşleri altında tanınmamış liyakatler… Herhangi bir zevk partisi için atlarını çatlatan, yaz mevsimini gidip Baden’de geçiren ve nihayet kırkına doğru mirasyedi kızlarla evlenen kimseler… Lokantaların geceyarısından sonra yemek yenen özel odalarında mumların ışığı altında gülen alacalı bir kalabalık: edebiyatçılar ve aktrisler… Bunlar krallar kadar israfı seven, ideal ihtiraslar ve efsanevi hezeyanlarla dolu kimselerdir. Onların varlıkları başkalarından üstün, gökle yer arasında ve boralara karışık, yüksek bir şeydir. Geride kalanlar, hiç yokmuşlar gibi yersiz, belirsiz kayboluyordu. Zaten kendi yakınında olan şeyler ne kadar yakınsalar düşüncesinden o kadar uzak düşüyorlardı. Onun hemencecik civarında olan can sıkıcı kırlar, budala küçük burjuva yaşayış tarzının bayağılığı, kendisine olmadık bir şey gibi geliyordu. Kaderin aksiliği ile bir ağ gibi kendisini bunların içine düşmüş buluyor, hâlbuki ötede zevk ve ihtiras diyarı göz alabildiğine uzanıp gidiyordu. Onun istekleri içinde lüks iştahı ile gönül duyguları, âdetlerin kibarlığı ile his incelikleri hep birbirine karışıktı. Hint bitkileri için lazım olduğu gibi aşk için de elverişli bir toprak, hususi bir sıcaklık lazım değil miydi? Mehtaplarda iç çekmeler, uzun süren sarmaş dolaşlar, terk edilmiş ellere akan gözyaşları, vücudun ürpermesi, titremeleri, sıtmalar, sevginin verdiği gevşeklikler… Bütün bunlar büyük şatoların balkonundan ayrılmayan şeyler. O şatolar… Boş vakitlerle dolu şatolar… Storları ipek, yerde kalın bir halı, içi dolu çiçeklikler, kerevet üstüne kurulmuş bir karyola, kıymetli taşların ışıldaması ve yaver korkonlarının parıltısı… O şatolardan ayrılmayan işte bunlardı.
Her sabah gelip hayvanı tımar eden postacı yamağı, kocaman tahta kunduralarıyla koridordan geçerdi. Gömleği delik deşik, şosonlarının içinde ayakları çıplaktı. Bu kısa külotlu at uşağı, adam kıtlığında güya işe yarıyordu. Tımar işini bitirdikten sonra СКАЧАТЬ