Öğleden sonra ara sıra gider, arabacıların karşısına çıkar, onlarla konuşurdu. O zaman Madam da yukarıda, odasında bulunurdu.
Madam, korsajının devrik şal yakası arasından üç altın düğmesiyle plise gömleği görünen önü açık bir sabahlık giyerdi. Belinin kuşağı koca püsküllü bir keşiş zünnarını andırıyordu. Nar tanesi rengindeki mini mini terliklerinin üstünde topuklarına kadar gelen geniş birer top kurdele vardı. Mektup yazacak bir kimsesi olmadığı hâlde kendine bir yazı çekmecesi, kalemler, kâğıtlar, kurutma kâğıtları ve zarflar aldı. Etajerinin tozunu siler, aynaya bakar, eline bir kitap alır, sonra satırları arasında hayallere dalarak kitabı dizlerine düşürürdü. Kâh seyahat etme emeline düşer kâh da eski manastır hayatına dönüp orada yaşamak isterdi. O, aynı zamanda ölmek ve Paris’te oturmak isteğinde idi.
Charles, yağmura, kara bakmaz atı ile kötü yollarda hastalara giderdi. Çiftçilerin sofrasında omlet yer, elini nemli yataklara sokar, yüzüne ılık kanlar fışkırır, can çekişenlerin hırıltısını dinler, leğenlere bakar, kirli çamaşırların altından kirli vücutları dinler, fakat her akşam eve gelince harlı bir ateş, hazır bir sofra, yumuşak eşya ve zarif tuvaletli ince bir kadın bulurdu. Tazelik kokan nefis bir kadın ki bu kokusunun nereden geldiğini, yoksa kendi derisinden, kendi vücudundan mı gömleğine sindiğini bilemezdi.
Emma, kocasını türlü incelikleriyle mest ve hayran ederdi. Bir gün şamdanlara kâğıttan yaptığı başlıklarda bir yenilik gösterir, başka bir gün robunun volanında değişiklik yapar yahut hizmetçi kızın beceremediği sade bir yemeğe tantanalı bir isim bularak onu iştahlı iştahlı Charles’a yutturmanın yolunu bulurdu. Bir gün Ruan’da, bayanların saat kösteklerinin ucuna cicili bicili bir şeyler taktıklarını gördü. Hemen onlardan kendi de satın aldı. Şöminenin üstünde mavi renkte camdan iki vazo bulunmasını istedi. Bundan da hevesini alınca bir müddet sonra fil dişinden bir dikiş kutusu edindi ki yüksüğü kırmızı renkteydi. Charles, bu incelikleri ne kadar az kavrıyorsa o kadar çok beğeniyor ve çileden çıkıyordu. Emma, onun duygularını kamçılayarak canına can katar ve yuvaya başka bir şirinlik verirdi. Sanki onun daracık hayat yoluna boydan boya altın tozu serpiyordu. Charles’ın da sıhhati yerindeydi… Yüzü bunu gösteriyordu… İyi bir şöhret kazanmıştı. Kendisini tanımayan yoktu. Ahali onu seviyordu. Çünkü kibirli değildi; çocukları sever, meyhaneye adım atmaz ve iyi ahlakı ise itimat verirdi.
En çok nezle ve göğüs hastalıklarında başarılı oluyordu. El âlemi öldürmekten pek korktuğu için ağrıyı teskin edici şuruplarla ara sıra kusturucu ilaçlardan başka, pek ilaç vermez, ayak banyosu ve sülük tavsiye ederdi.
Kesip yarmaya gelince, ondan korkusu yoktu, atlardan alır gibi insandan bol kan alırdı. Hele diş çekmek hususunda, soluk aldırmayan belalı bir bileği vardı.
Yeni tedavi cereyanlarından uzak bulunmamak için Ruche Medical (Tıp Kovanı) isminde bir mecmuaya da abone oldu. Bunun prospektüsünü önce görmüş beğenmişti. Akşam yemeğinden sonra biraz okurdu. Fakat odanın sıcaklığına mide dolgunluğu da katılınca şu olurdu ki beş dakika sonra uykuya dalardı ve çenesi avuçlarının içinde, saçları bir yele gibi lambanın dibine kadar dökülüp saçılmış, orada öylece kalırdı. Emma, bu vaziyette ona omuzlarını kaldırarak yüksekten bakardı. Ne olurdu kocası olacak şu adam, içinde gizli bir ateş yanan, geceleri kitaplarının arasında boğulan ve sonunda romatizmalar devri olan altmışına geldiği vakit, fena dikilmiş siyah elbisesi üzerinde bir nişanı bulunan tanınmış kimselerden olsaydı. O, şimdi kendinin de adı olan, Bovary isminin meşhur olmasını istiyordu. Kitapçıların camekânlarında o ismi görmek, sık sık gazetelere geçtiğini, bütün memleketçe tanınmış olduğunu öğrenmek onun için bir emeldi. Fakat Charles’ın hiç ihtirası yoktu! Konsültasyon için başka bir doktorla bir hastanın başında bulundukları sırada o doktor, Charles’ı herkesin içinde mahcup etmişti. Akşamüzeri meseleyi anlattığı vakit Emma o meslek arkadaşına fena hâlde tutuldu. Karısının böyle heyecanlanması Charles’ın kalbine dokunduğu için gözleri dolarak onu alnından öptü. Fakat Emma bu hareketi hazmedemiyor, hırsını almak için içinden kocasını dövmek geçiyordu. Koridora çıktı. Pencereyi açtı. Sinirlerini yatıştırmak için serin havaya ihtiyacı vardı.
Dudaklarını ısırarak kendi kendine yavaşça:
“Ne zavallı adam! Ne zavallı adam!” diyordu.
Zaten ona gittikçe daha da fazla kızmaya başlamıştı. Çünkü yaşlandıkça Charles’ın daha kabalaştığını, türlü türlü huylar peyda ettiğini görüyordu. Sofra sonunda sıra yemişe gelince o, boş durmamak için, boşalmış şişelerin tıpalarını keser, yemekten sonra dilini ağzının içinde dolaştırarak aklınca dişlerini temizler, çorba içerken her yudumda kuluçkadaki tavuk gibi boğazından bir ses çıkarırdı. Üstelik şişmanlamaya da başladığı için zaten düğme gibi ufak olan gözleri elmacık kemiklerinin şişkinliğiyle şakaklarına kadar çıkmış gibi görünürdü.
Emma, bazı kereler onun yeleğine kendi trikolarından kırmızı bir kenar koyar, kravatını düzeltir yahut giymek istediği, rengi kaçmış eldivenleri kaldırıp bir tarafa atardı. Ve bunu kocasının sandığı gibi onun için değil, sırf kendisi için ve kendi sinirine dokunduğu için yapardı. Bazı kereler de ona okuduğu şeylerden bahsederdi. Yeni bir piyesten, bir romandan parçalar ya da gazete tefrikalarında yazılan kibar âlemi menkıbelerinden bir şeyler anlatırdı. Çünkü nihayet Charles da bir kulağı daima açık ve hep karşısındakini onaylamaya hazır bir kimseydi. Çünkü Emma, çok defa köpeğiyle de dertleşirdi! Neredeyse şöminedeki odunlarla ve saatin sarkacıyla da dertleşecekti.
Bununla beraber kalbinin derinliklerinde o, bir hadise bekliyordu. Umutsuz kalmış gemiciler gibi, sisli ufuklarda beyaz bir yelken ararcasına hayatının ıssızlığına, içi dolu göz gezdiriyor fakat bunun nasıl bir tesadüf olacağını bilmiyordu. Hangi rüzgâr onu kendisine kadar getirecek ve hangi sahillere alıp götürecekti? Bu, bir duba mı yoksa üç ambarlı bir gemi miydi? Üzüntüyle mi yüklüydü, yoksa ağzına kadar saadetle mi doluydu? Hiç bilmiyordu. Fakat her sabah uyandığı vakit onun geleceğini umuyordu. O zaman etrafı dinler, çıt olsa kulak asar sıçrayarak kalkar ve gelmemesine şaşardı. Sonra güneş batarken daha dertli, ertesi günün gelmesini beklerdi.
Bahar geldi, ilk sıcaklarda armutlar çiçek açarken onda sıkıntılar, bunalmalar belirdi.
Temmuzun başında, ekime kaç hafta kaldığını parmaklarıyla hesap ediyordu. Marki d’Andevilye’nin Vobiyesar’da bir balo daha vermesi ihtimali vardı. Fakat bütün eylül geçtiği hâlde ne bir davet ne de bir ziyaret için gelen oldu.
Bu boşuna bekleyişlerin sıkıntısından sonra kalbi yeniden boş kaldı ve o zaman aynı günlerin serisi tekrar başladı.
O günler şimdi birbiri ardı sıra, birbirinin eşi, bitip tükenmeden ve hiçbir şey getirmeden geçip gidiyordu! Ne kadar düz ve tatsız olursa olsun başkalarının hayatında hiç olmazsa bir hadise olma şansı vardı. Bakarsınız bazen hadise birdenbire değişiklikler yapar; sahne, dekor büsbütün değişir. Fakat kendisi için ne olması ihtimali vardı! Hiçbir değişiklik olmuyordu. Tanrı demek СКАЧАТЬ