Bu ağır günlerin birinde eve Özenbaş’tan, Kekre Mevlüd geldi. Bu adam, iki yanına zembiller bağlı atın üstünde köy köy gezip ucuz fiyatla yumurta satın alır, Yalta’ya götürüp satar, geçimini böyle sağlardı.
– Mevlüd ağa, bizim Rüstem kayıp, dedi ona Tenzile yenge ve gözlerinden gene yaşlar boşandı. Babası pazara gitmişti, bundan haberi yok. Gelince üzüntüsünden ölür. Yalta’ya gideceksin değil mi? Yalvarırım size, bize bir iyilik yapınız! Mithat’ı yanınıza alınız, belki ağasını orada bulur.
Kekre Mevlüd pek üzüldü:
– Büyük şehir içinde Rüstem bulunur mu? Kimden soralım? Kim ne bilsin? Belki gemiye binip Batum’a gitmiştir. Savaş zamanı!
Bedbaht kadın dizleri üstüne çöktü ellerini göğe açtı:
– Rüstem bulunmazsa, ben deli olurum, dedi Tenzile. Yalvarırım size, Mevlüd ağa!
– Pekâla!.. Mithat benimle gelsin, dedi Mevlüd. Lâkin ben Autka10 vadisinden geçerim. Oğlunuz daha çok genç. O, dik ve sarp yollardan geçebilir mi?
– Geçerim diye bağırdı Mithat, sofanın önünden; hemen çarıklarını ayaklarına geçirdi Tenzile yenge Mevlüd’e lakşa çorbası11 ve sütlü çay ikram etti. Kekre çorbayı içerken, köylerdeki tavukların azalmasından şikâyetlendi.
Öğleden sonra Mevlüd yola çıktı. O, atının dizginini tutarak önde, çocuk ise ardında gittiler.
Altı gün, altı gece geçmişti ki, Mithat dönüp geldi, ağasını bulamamıştı. Rüstem’in kaybolmasından bu yana on altı gün geçmişti, Dülger Selahattin arabasıyla çıkıp geldi.
Baba yorgun atını suvardı, buğday çuvallarını, kuyruk yağı keselerini ve diğer erzakları taşıdı, işleriin bitirmeye yakın Rüstem’in hiç görünmediğini farketti, hayretle:
– Rüstem nerede, diye sordu Mithat’a.
Kederinden çöp gibi incelip kalan Tenzile yenge höykürerek ağlamaya başladı.
– Rüstemimiz yok, kayıp!
– Kayıp! Bu ne demek şimdi?
Arabayı boşaltıp, atı ağıla aldıktan sonra, Mithat babasına, ne oldu, ne bitti hepsini anlattı.
– Senin pazara gittiğin gün, Rüstem işten dönmedi. İki haftadan beri onu Nahiye İdaresi arıyor.
– Nahiye İdaresi mi? Niçin?
– Rüstem Şevket’i dövmüş. Önceleri öldürmüş diyorlardı, halbuki, Kök Köz Hastahanesi’ne alıp götürüldüğünü görenler var. Rüstem’i bulsalar hapishaneye kapatacaklar.
Sofa önündeki sedirin üstünde oturan Selahattin bu haberi işitince kahroldu, önünde tütüp duran kahvesini içmeyi unuttu. Ağzındaki çubuğunu bir kaç defa fokurdatıp çekti, sonra gidip, ağıldaki atını çözdü, dizginini tutup, avlu kapısına doğruldu. Yola çıktıktan sonra, durdu:
– Fikret’i askere aldılar, dedi, gözlerinde biriken yaşları gizleyerek, başını önüne eğdi. – Fikretimiz yok, Rüstem de…
Dülger, bunları mırıldanarak duvarın ardında gözden kaybolurken karısı birden sendeleyip taş basamaklar üstüne yıkılıp kaldı. Selahattin bu sahneyi görmedi.
Mithat anasını zar– zor çekerek içeri alabildi, sedirin üzerine yatırdı. Evin içini derin bir hüzün kapladı.
Dülger gece yarısı dönüp geldi. Yüzü tekrar açılmış, gözlerinde bir ışıltı hasıl olmuş gibiydi. Sessiz halde yatan karısını gördükten sonra yeniden kederlendi, eli ayağı tutmaz oldu.
– Fikretim! Rüstemim, diye inledi anaları, Oğullarım… nerelerdesiniz?
– Rüstem sağ– selâmet, dedi ona Selahattin usulca.
Tenzile yenge derin uykudan uyanır gibi gözlerini açtı, heyecanlandı, gövdesini kocasına çevirdi.
– Sağ– selâmet? Rüstemim sağ– selâmet mi? diye ağlamaya başladı, nerden öğrendiniz?
– Kök– Köz’e varıp geldim. Orda, Sivastopol’de oğlan. Damadın ağabeyi Sait– Celil öğrenmiş, “Rüstem burada, dert etmesinler ama köyde kimsenin haberi olmasın” demiş.
Tenzile hem kederinden hem sevincinden ağlayıp inledi. Rüstem’in esenliğine sevinmişti, Fikret’in ise askere gitmiş olmasına kahr oldu.
– Onu nasıl aldılar?
– Bizi Süyren’de durdurdular. Askerler yolumuzu kesti, kimliklerimizi istediler. Fikret’e işaret ettim. Arabadan atlayıp, bağa– bahçeye kaçtı, lâkin yanlış sokaktan gitti, onu bulup, Bahçesaray’a getirdiler. Orada Fikret gibi çok kişi vardı. – “Siz, gidiniz, baba!” dedi Fikret. – “Bundan kurtulmak mümkün olmaz!” Ben oradan ayrılıp pazara yalnız gittim.
– Bahtsız evlatlarım! Tenzile yenge gene ah çekti. İkisinden de mahrum kaldık. Rüstem’e bir varıp gelsek, onunla görüşsek fena olmaz. O daha çok genç, ateşli! Başımıza bir belâ daha açmasın!
– Ben, belki bu günlerde giderim, dedi Selahattin ve ilâve etti: Ringolot eriği olgunlaştı. Pazara götürüp satsam, bir kaç gümüş kazanmak, yol masrafını çıkarmak mümkün, lâkin at… bu çelimsiz atın Sivastopol’e varmaya gücü yeter mi?
Sabah horozlar ötmeye başladığında, pencerenin camlarına gümüş renkli ay ışıkları düşmüştü. Selahattin kilimin üstünde, başının altına bir yastık koyup yattı. Yorgunluk üzüntüsünü bastırdı ve hemen uyuyup kaldı.
Yarın onu ne bekliyordu, belli değildi. Her şey sürekli değişip durmaktaydı. Lâkin Allah’ın idaredesiyle mi oluyordu bütün bunlar? Selahattin Allah’ı inkâr etmiyordu, ama beş vakit namazını da kılmıyordu. Camiye sadece cuma günleri gidiyordu, o da Keski Mustafa’dan utandığından… Dülger evlatlarını okula vermişti ama harp başlayınca okullar kapandı. Bu duruma içi yanmaktaydı. Erkekler, çeşme başında toplanıp, kendi aralarında konuşurlarken Keski Mustafa’nın oğlu Settar hakkında konuşulmaya başlandı, Selahattin’in onu daima savunuyor olmasına diğer köylüler şaşırıyordu.
Settar yenilikçi hareketlerde yalnız değildi, köyde başkaları da vardı.
Settar bazı geceler dağdan köye indiği vakitlerde, gizliden Selahattin’in evine girip çıkıyordu ve laf arasında, bu savaş beyler aleyhine bitecek diyordu. Dülger bu savaşın bitmesini sabırsızlıkla bekliyordu.
Bugün Selahattin tan ağarırken uyandı. Kahvesini içtikten sonra, atını suvarmaya götürdü, dönüp gelirken evinin önünde onbaşı Abduraman’ı gördü.
– Senin СКАЧАТЬ
10
Autka: Çehova– Yalta
11
Lakşa çorbası: Erişte ve kuru fasulye ile yapılan bir tür çorba