Seyit Celil itiraz etmek istemiş:
– Ben sizin için uygun bir yardımcı olabilir miyim? Bende hiç sermaye yok!
Bu cevap üzerine ihtiyar, Seyit Celil’in omuzunu tıpışlayıp:
– Bana sermaye değil, iş yapacak adam gerek! Senden sermaye talep etmiyorum, diye eklemiş.
Bu görüşmeden sonraki bir hafta içinde Seyit Celil dükkânındaki meyveleri satıp bitirmiş, bina sahibi ile hesabı kesmiş, Yakusidi’nin yanına gelip ticari ortaklıkları hakkında mukavele imzalamışlar.
Seyit Celil ile dört ay çalıştıktan sonra yardımcısının becerikli ve dürüstlüğünden emin olan Yakusidi, zeytin getirmek için Suhum’a gitmiş. Geri dönüp gelmemiş. Celil, Suhum şehri yöneticisine, jandarma idaresine kaç defa mektuplar yazmış. Cevap olarak, “1849 senesi doğan, Yakusidi Harlampiy İvanoviç Suhum’da hiç bir vakit bulunmamış ve yaşamamıştır…” diye yazılar gelmiş. Ne ettiyse ihtiyar Rumun kaderi hakkında bilgi edinememiş, böylelikle Han Azbar’ının sahibi olmuş.
Bir gün sabaha yakın vakitte, Seyit Celil’in ambarına dağ yemişleri yüklü, branda çekilmiş bir araba gelip girdi. Arabadan mavi kalpaklı, pantolonu uçkurlu köylü bir delikanlı indi, kahvehane sahibinden Seyit Celil’in hangi evde yaşadığını öğrenip, kapısına gitti.
Seyit Celil uykusundan kalktı, kapıyı açtı. Yarı uykulu gözlerle bakarken, tanıdığı bir çehreyi görünce şaşıp kaldı.
– Hayırdır Rüstem? Niçin böyle zayıfladın, dedi misafire.
– Beni beklemiyordunuz, dedi genç. Ben biliyorum.
– Kimle geldin?
Seyit Celil ve Rüstem hanın iç avlusundan çıktılar, köylerden gelen meyve arabaları ve şehir müşterileri arasından yol bulup taş döşeli geniş yoldan deniz kenarına indiler, sonra çakıllı sokak boyu gittiler.
Celil yüksek demir kapı önünde durdu, Rüstem’e heyecanlı gözlerle baktı.
– Evvelâ İdare’ye girelim dedi. Sen yanımda duracak ve hiç lafa karışmayacaksın! Şimdi laflamaya değil, çalışmaya geldin. Sandler’e tek gereken geniş omuzlar, güçlü eller, onu da Allah sana bağışlamış.
– Ben gayret ederim, Seyit Celil ağa dedi Rüstem. İşimden dolayı yüzünüz kızarmaz.
Avluya girdiler. Kapıları açık binalar içinden çekiç vuruşları, tornavida ve eğelerin gıcırtıları işitilmekteydi. Pencereleri kapalı büyük atölye arkasındaki kalın bacadan sarı kurum ile karışık akçıl kıvılcımlar çıkmaktaydı. Avlunun sağ tarafı açık, deniz kenarına bakıyordu, kıyıda duran sandallar, kayıklar ve yatlar dalgalar üstünde ağırdan sallanıyorlardı. Burnu ezik eski gemi güvertesinde yağlanmış kıyafetleriyle işçiler paslı zincirlerle gemiyi yanaştırıyorlar. Alt güverteden hüzünlü bahriyeli türküleri işitiliyordu. Avlunun ortasında hamallar arabaya demir ızgaralar ve dökme demir saclar yüklüyorlardı. Etrafta, durmak bilmez işlerin sedası yankılanmaktaydı.
Seyit Celil ve Rüstem ofise girdiler.
Açık pencere yanında beyaz çehreli, küçük kafalı, uzun boylu bir adam durmaktaydı. Avludaki arabalara mal yükleyen hamallara bazı talimatlar veriyordu. O anda kapının açıldığını ve olan bitenleri işitmedi. Belki işitmiyor değil, ehemmiyet vermiyordu. Seyit Celil selâm verdikten sonra heyecanlanıp, aceleyle onlara döndü:
– İşte, benim size bahsettiğim kişi, Yakov Samsonoviç, dedi, Celil. Ben ona kefilim!
Yakov Samsonoviç Rüstem’i baştan– ayağa süzdü.
– Kaç yaşındasın, diye sordu ondan.
– Yirmi, onun yerine Celil cevap verdi.
– Mesele şöyle, dedi Sandler koltuğa oturup, delikanlıyı işe alırım, çünkü onu Mangubi tavsiye etti. Sizi de Seyit Celil, çoktandır bilirim. Eminim ki yüzümü kara çıkarmazsınız.
– Ben âlicenaplığınızı hiç bir vakit unutmam, dedi Celil, nezaketle eğildi.
– Atölyemizde insanlar mühim işlerle meşgul, diyerek sözüne devam etti Sandler: Benim her bir işçinin hareketlerini rapor etmem gerek…
– Yok, canım, siz, Seyit Celil bir şeyler açıklayacak oldu ama, Sandler pencereye döndü ve onu dinlemedi.
– Nahodkin’i çağırınız, diye seslendi.
O sırada sarı kıyafetli, yüzünü ince kırışıklıklar kaplamış, köse sakal biri aceleyle ofise girdi.
Sandler, Rüstem’i gösterip:
– Şu delikanlıyı Andrianov’a takdim ediniz, ona çilingirlik öğretsin. Siz de göz– kulak olunuz! Sakın boş durmasın, dedi.
– Pekala, Yakov Samsonoviç, dedi Nahodkin, Rüstem’e işaret edip, çıktı, Rüstem de onun peşinden gitti.
Seyit Celil Sandler’in elini sıkıp vedalaşırken:
– Teşekkürler, Yakov Samsonoviç! Önümüzdeki pazar günü bana uğrayınız! Acayip güzel vişneler olacak.
Sandler memnuniyetle gülümsedi. Rüstem o günden itibaren büyük şehrin işçileri arasına katıldı, yoğun bir işe gömüldü.
Gemi atölyesindeki iş onun için başlangıçta ağır, hatta tuhaf ve anlaşılmaz göründü. Bademlik’te sabahtan akşama Ekrem Bey’in tütün tarlasındaki belini büken işlerden sonra, akşam eve ayaklarını zar zor sürükleyerek dönüyordu. Ama orada, o küçük köyde doğmuş, kendine yakın kişiler yaşamaktaydı, onlarla lâkırdı edip, kalbindekileri paylaşabiliyordu. Burada, demir dövme sesleriyle birlikte tek tek atölyeleri dolanıp, kimin ne ile meşgul olduğunu gözleyip, çalışanları azarlayan, her şeyi Sandler’e yetiştiren Nahodkin’in kemçirmelerini işitiyordu. Böyle bir kaç ay geçtikten sonra, tesviyecilik Rüstem’in merak sardığı zanaat oldu. İlk vakitlerde atölyelerdeki Tatarlar ile sık– sık görüştü, bir süre sonra iyi bir ustabaşı olan Andrianov’a alıştı, onun bilgi ve tecrübesini benimsemeye başladı, o temiz kalpli bir adamdı, bildiklerini içtenlikle aktarmaya çalışıyordu. Rüstem yeni zanaati tez öğrendi. Onun gayreti Andrianov’un hoşuna gitmişti. Nahodkin’in bile heyecanla: – ”Bu kara Tatar işe pek sarıldı” dediği işitildi. İhtiyar ustabaşı, Rüstem’e bakarken, onun derin ve esrarlı işleri olduğunu seziyordu. Coşkulu ve canlı Rüstemi, nelerden dolayı hüzün kaplıyorsa, ansızın dalgın ve düşünceli bir adama dönüşüyordu. İşçilerin bazıları onun pazar günleri sokakta başı önde yürüdüğünü görüp: “Hayırdır, Niçin böyle mutsuzsun, diyorlardı… Rüstem gerçeği söylemek-den kaçınıyor, şakayla karşılık verip kurtuluyordu.
İkinci güz de sessizce geldi. СКАЧАТЬ