– Gitmek istiyorsan git, dedi Tursınbek. – O olmadan ağırlayamayacaksan…
Akşama doğru çocuğun birini kucağına alıp birinin de elinden tutup Orınkül, onların evine gitmişti. Hemen geri döndü. Habarbek’in süslüsü köyün dışına çıkmış. Kocasını da götürmüş.
– Daha erken gitmek gerekirdi! Ekmek yapmaktan boş zaman bulamıyorsun ki! dedi Tursınbek titreyerek. – Bir gün ekmek yapmasan millet açlıktan ölecek sanki. Ne yapsak? Allah kahretsin!
– Sakin ol. Hem çocuklara, hem misafirlere ekmek lazım.
– Misafirler senin küllü tandırını mı yiyecek? Dükkândan fırın ekmeği almak gerek.
– Fırın ekmeğini ilçede yemiyorlar mı sanıyorsun? Tandır ekmeği daha çok hoşlarına gider.
– Eyvah, eyvah, şuna bak! – diye şaşırdı Tursınbek. – Onu kim söyledi sana?
– Ben söyledim. Okumazsın. Dergi, gazete okumazsın. Eline kitap almazsın.
– Bak sen şuna! Evet, Cemile’yi çağırmaya ne dersin ha? Az da olsa şehir görmüşlüğü var.
– Olur, çağır. Fakat nasıl haber ileteceksin? Yetişir mi?
– Komşusunda telefon vardı. Bir yere yazmıştım. Hey, hanginiz buradasınız? diye seslendi çocuklara. – Hey baksanıza, üstünüzü kirletmeden oynayın. Biriniz gelsenize buraya. Şu fitilli kadife cepkenimin iç cebinde eş dostların listesi olan bir bloknotum vardı. Bulsanıza.
Altıncı sınıfa giden Aydar anında eve doğru koştu.
– Bu mu? diye elinde kahverengi bir bloknotla çıktı evden.
– Evet, o. Versene.
İşaret parmağını bir yaladıktan sonra itinayla sayfaları çevirdi. Cemile’nin düğünü sırasında yaptığı eş dost, akrabaların listesine göz gezdirirken bir iki sayfayı çevirdi ve donakaldı.
– İşte, işte, buldum! Okumadığımı söylersin bana. Biz yazaarız. İşştee böyle! (Atabek’i taklit etmişti).
Tursınbek horozlandığı gibi büroya, siyah telefona yalvarmaya gitti.
Ertesi gün öğlen Cemileler geldi. Çok geçmeden de misafirler geldi. Üstü kapalı bir araba. Yepyeniymiş. Sessiz sedasız araç sadece eğri iğde ağacının yanında geçerken “dırrr” dedi ve bahçeye giriverdi.
– Atabek Muratoviç bizi eve arabayla sokacak diye korktum, diye gülerek indi kilolu ve uzun boylu kadın. Saçını boyamış. Dudağını da boyamış. Kirpiğine de aynısını yapmış. Yakışmış. Tursınbek ağzını bir karış açıp bakakalmıştı. Cambıl’da, ilçede bunun gibi kadınları çok görmüşlüğü vardır. Fakat kendisinin koyun beslediği ahırının önünde görmek çok ilginç oluyormuş.
– İşte bizim çok saygıdeğer kahraman babamız! diye tanıştırdı Atabek. – Adı Tursınbek Janasbayeviç. Bu hanımefendi ise Olga Timofeyevna. Madalyayı takdim etmek üzere uzak da olsa ilçeden özellikle geldi.
Olga Timofeyevna’dan sonra bir kadın daha indi. O da boyalı idi. Daha güler yüzlü görünüyordu. Orınkül’den bir iki yaş küçük veya büyük olabilir.
– Bu hanımefendi de Olga Timofeyevna ile aynı alanda çalışır. Tanıştırayım, Rahima Rahmetovna, dedi Atabek. – İşte arkadaşım, misafirlerin.
“Eyvah! Sadece iki kişi mi? İkisi de kadın mı? Şimdi ne yapacağım?”
– Az kişi gelmişsiniz, dedi şaşkınlıkla. – Biz kalabalık geleceksiniz diye…
– Az da olsa öz arkadaşım.
– Peki asıl kahramanımız nerede? Kutlamaya vesile olan esas şeref sahibi nerede? diye Olga Timofeyevna hızlıca dönerek dikkatle etrafı inceledi. Epey kilolu olmasına rağmen oldukça hareketliydi.
Bu sırada Orınkül de çıkmıştı evden. Cemile tekrar üzerini değiştirmek için alıkoymuş olmalı. Üstünde az önce kızının terziye diktirerek getirdiği altı düz elbise. “Fena değil”. “Yakışır”. Saçını kabartıp güzelce toplamış. “Fena değil. Yakışmıyor değil”. Bir an Tursınbek’in gözleri Orınkül’ün bacaklarına ilişince utancından saklanacak yer aradı. Kalın tayt giymişti. Çok kalın ya, çok sıcak değil mi ya? Bu kadar sıcakta, Temmuz’un şu sıcak günlerinde. Gülecekler şimdi, alaya alacaklar. Olga Timofeyevna da gözlerini Orınkül’den ayırmıyor, bakıyordu. Fakat Orınkül’ün bacaklarını ne çıplak, ne de ince çorapla göstermenin mümkün olduğunu biraz geç hatırladı. Morarmış damarları çıkık dururdu. İkiz çocukları Aydar ile Haydar’ı doğurduğunda iyice şişmişti bacak damarları. Yumruk gibi koca ve şişkin bir şeyler. Bakınca acıma duygusu uyandıran şeyler. Bakması bile korkunç şeyler.
– Hoş geldiniz. Buyurun, buyurun, dedi Orınkül merdivenlerden iner inmez. – Nasılsınız? Çoluk çocuk herkes iyi mi? İyi gelebildiniz mi?
Tursınbek çok şaşırdı. Ne yapacağını şaşırmış duruyordu. Orınkül ise çok rahat, arkadaşlarını çaya davet etmiş gibi rahat davranıyor. Fakat şu iki kadının yanında yine de biraz yaşlıca, biraz esmerce, yıpranmış gibi ve çirkin görünmüş, kulakları kızarmıştı.
Bundan sonra Tursınbek rüya görüyor gibiydi, her şey bulanıktı. Misafirler altı odalı evin geniş salonuna girdi. İçerisi sepserin. Yere kurulmuş olmasına rağmen sofra çok zengin. Şehir görmüş Cemile’nin sayesinde.
Sofradayken her iki taraf da fazla konuşmadı. Olga Timofeyevna Kudıksay’ın doğasını çok beğendiğini anlatıp durdu. O kadar yıl bu ilçede çalışmasına rağmen buraya gelmediğini, bu vesileyle kendisine buraları görme imkânı sunduğu için Atabek Muratoviç’e teşekkürlerini iletti. Bunları duyduğunda Orınkül hafif kaşlarını çatmıştı.
Çaylar içildikten sonra Olga Timofeyevna madalyayı takdim etmek istedi. Ancak kimse Orınkül’ü bulamadı. Beklemekten sıkılan Tursınbek koşarak dışarıya çıktı.
– Çocuklar anneniz nerede?
– Beysegız ninenin evinde, – dedi soğan doğramakla meşgul Cemile.
– O evde ne işi var evde misafirler otururken?
– Beysegız ninem fenalaşmış, dedi Aydar ve Haydar aynı anda.
– Fenalaşmak değil, isterse ölmüş olsun doksana gelmiş ihtiyar kadın. Koşun, hemen gelsin. Olga Timofeyevna bizzat kendisi madalyayı takdim etmek üzere beklerken…
Aydar ve Haydar koşarak gittiler. Koşarak döndüler.
– Şimdilik gidemeyeceğim. Misafirlerini kendisi ağırlasın, dedi annem.
Atabek misafirlerin dikkatini başka konuya çekti. Sonunda harika bir teklif СКАЧАТЬ