Yosun Kokusu. Sabir Şahtahtı
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Yosun Kokusu - Sabir Şahtahtı страница 10

Название: Yosun Kokusu

Автор: Sabir Şahtahtı

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6981-68-3

isbn:

СКАЧАТЬ değil, birinci sınıftan okula başlamıştım. Sınıfımızda sadece üç tane Rus öğrenci vardı. Diğerleri, Viyetnam, Küba, Laos ve Sovyet Rusya’nın etkili olduğu devletlerden gelen öğrencilerdi. Derslerim iyi gidiyordu. Bizim bölümde Afganistan’ın jeolojik haritasını Afganlılardan daha iyi biliyordum. Afganistan’daki nehirlerin büyük bir bölümü kumlu alanlara aktığı için tarımda kullanılamıyordu.

      Ülkenin en büyük nehirleri kuzeydeki Koçka ve Kunduz nehirleriydi. Amuderya’ya döküldükten sonra Aral Gölü’ne akıyordu. Amuderya ise Türkmenlerin Ceyhun dediği 2500 kilometrelik Orta Asya’yı dolaşan bir nehirdi. Mürgap Çayı, Türkmenistan’dan geçerek orta alanların sulanmasında önem arz ediyordu. Herirud Çayı ise tarım alanlarının sulanmasında önemli bir etkisi olmakla beraber, Karakum çölünde suyunun önemli bir bölümünü kaybediyordu.

      Coğrafya ve hidroloji bilimlerine olan ilgim nedeniyle bu konuda bilgi veren ek kurslara yazılmıştım. Bölümümüzün müdürü profesör V.M.Evtiqneev17 şahsen derslerimizi takip ediyordu. Bu dersleri ise üniversitede yarı zamanlı çalışan Andrey Andreyeviç bizlere öğretiyordu. Hoca ile bazen sohbetimiz olurdu. Günün birinde dersimizin konusu “Afganistan’daki dış güçlerin çatışması,” oldu. Birden bire hidrolojiyi bırakıp siyasete girmiştik. Afganistan’ın doğal zenginliklerinden bahseden Andrey, Afgan dağlarında dünyanın en zengin elmas ve altın yatakları olduğunu belirterek: “Dağlardan akan sel suları, binlerce büyük karatlı elması, altını ve kıymetli madeni kendisi ile beraber akıtıyor. Avrupalı şirketler tarafından toplanan bu değerli madenler kaçak yollarla yurt dışına kaçırılıyor!” dedi.

      Sonra durdu ve dikkatli bir şekilde bana bakarak: “Kabil’in eteklerindeki taş ocaklarını görmüyor musunuz?” dedi. Sorusunu bitirmeden başımla onun sözlerini tastik ettim.

      Derinden bir “ah” çekerek sözlerine devam etti:

      –Afganlılar hiç düşünmüyorlar mı? Neden bu taş ocakları sel olduktan hemen sonra faaliyete başlayıp, birkaç gün çalıştıktan sonra faaliyetlerini durduruyorlar?

      Hoca konuştukça vatanımın acıları, insanlarımızın cahilliği, dış güçlerin acımasızlığı, bir sinema filmi gibi gözümün önünde canlandı. Hocanın dedikleri yalan değildi. O taş ocaklarını kendi gözlerimle görmüştüm. Selden hemen sonra taş ocakları çalışmaya başlar, birkaç gün sonra tüm çalışmalar durdurulurdu. Ancak Afgan halkı sanki gaflet uykusundaydı. Ben de o derin uykuda olanlardan biri değil miydim?

      Afgan dağları hakkındaki bu bilgi beni dehşete düşürmüştü. Manyetik kasalı imalat makinalarının bir hafta içinde kese kese altınları nasıl topladığını öğrendikçe Afganistan’da meydana gelen çatışmaların asıl sebebini öğreniyordum. İçimde bir sızı oluşuyordu.

      Andrey Andreyeviç’le, Ağa’mın bulutlarla ilgili fikirlerini defalarca paylaşmak istiyordum. Onun Ağa’mın bu fikirleriyle ilgileneceğinden emindim. Nihayet günün birinde bu konuyu açınca Andrey Andreyeviç Ağa’mın hangi dilleri bildiğini sordu: “Arapça, Farsça, Rusça, Peştun ve Çin dillerini biliyor,” cevabıma şaşırmıştı.

      Dudaklarını büzdü ve tuhaf bir şekilde başını sallayarak:

      –Çok iyi bir öğretmeni bırakıp Moskova’ya neden geldin?

      Şaşırmıştım. Tepkimi ölçmeye çalışarak devam etti:

      –Bir zaman gelecek, insanlar bulutları yönetecekler. İhtiyaç duyulan bölgeye yeteri kadar bulut yönlendirilecek. Bunu insanın nefesi ile yapacaklar. Belki ben bunları göremeyeceğim ama sen mutlaka görürsün.

      Öyle bir devir gelecek ki insanın nefesindeki karışım bütün bunları yapabileceği gibi insanı da bulutların üstüne çıkaracak. Sen bizim oksijen alıp, karbon dioksit vermemize bakma; İnsan nefesinde olan enerjinin temeli hava ve sudur. Nefesimizi ciğerlerimizden idare eden bir beden ölçüsünde rüzgardır.

      Hocayı dikkatle dinleyerek anlamaya çalışıyordum. İlmin derinliklerini hissetmeye başlamıştım. Afganistan’ın kurtuluşunun sadece silahlarla olamayacağını şimdi daha iyi anlıyordum. İlimi bilen ve geliştiren gençler, ileride Afganistan’ın kurtuluşunda etkili olacaklardı.

      Evet, ben Afganistan’ın uçsuz–bucaksız dağlarında, kum çöllerinde yeşillik yaratabilirdim. Bir an vatanımın her tarafını yemyeşil olarak hayal ettim: Her taraf yeşillikler içindeydi, sayısız göl ve şelaleler yapmıştım. Sara, hep yanımdaydı ve bütün bu güzellikler onun yeşil gözlerinden almıştı rengini. Onun yeşil gözleri benim de hayat yolumu ışıklandırıyordu. Hayalimde canlandırıp, ruhumu rahatlattığım bu ışık sadece benimdi.

***

      Yatakhaneye giriş–çıkış işini hallettikten sonra eğlence meselesini de hallettim. Burada Afganistan’dan farklı olarak ne anaşa18 vardı ne de nargile. Restoranlarda ve barlarda genellikle votka, kanyak ve bira gibi içkiler satılırdı. Gorbaçov19 yönetimi, iş saatleri içerisinde alkollü içecekleri yasak etmişti ama istediğin içkiyi istediğin saatte bulmak mümkündü; Sadece ödenecek fiyat aralığı genişliyordu.

      Uzun boyumun, düzgün yürümemin, arkaya taradığım parlak saçlarımın, beni her zaman çekici yaptığını biliyordum. Kıvırcık saçlarım, jölenin ışıltısı ile esmer yüzüme ayrı bir güzellik veriyordu. Günlük traş oluyordum. Sovyet fabrikalarında dikilen kalitesiz elbiseler yerine Amerikan malı pantolon ve her gün değiştirdiğim gömlekler beni farklı yapıyordu. Sokakta yürürken karnımı içeri çekerek, göğsümü ileri doğru veriyordum. Hatta bu alışkanlığım evde bile devam ediyordu. Bu halime Moskova kızlarını ayartmak zor değildi.

      Size Moskova’da ilk olarak tanıştığım ve bana güzel anlar yaşatan Oksana’dan söz edeyim: Adının anlamı bizde “efsane” idi. Onun için onu “Efsane” diye çağırmaya başladım. O ise tanıştığımız ilk günden beri bana kendi adımla değil, “Afgan” demeye başladı. Bu adla beni çağırmak onun için sadece kolay değildi, hem de onun sesiyle çok ahenkli oluyordu. Ben de bundan rahatsız olmadım. Bazen ismimim önüne “moy”20 ekleyerek beni çağırıyordu. Tatlı bir sesle “Moy Afgan!” diyince sanki adımı değil, bir şiiri seslendiriyordu. Bundan çok hoşlanıyordum. Bu kelime ile beni kendisine ait gösteriyordu: Afganım…

      Onu ilk olarak bir barda gördüm. Barmen, kıza baktığımı görünce baş parmağını havaya kaldırarak “çok iyi” işareti yaptı. Bu barda iyi para harcıyordum. Bu nedenle barmen benimle özel olarak ilgileniyordu. Barmenin bana olan ilgisini Oksana da fark etmiş beni gizlice dikizliyordu. Bir ara bakışlarımız çakıştı. Gülümseyerek başımla yanımdaki koltuğu işaret ettim. Hiç çekinmeden yerinden kalkıp yanıma geldi. Yürüyüşünde bir zerafet vardı. Çantasını yüksek bar taburesinin yanına asarak “Ben Oksana!” dedi.

      Tanışma faslı bitince sohbete başladık ama bar kalabalık olduğu için birbirimizi duymak için kulağına eğilmek zorunda kalıyordum. Eğilirken yüzüme değen saçları, yanaklarından tenime akan sıcaklık ve hoş kokusu beni büyülemişti. Dudakları o kadar biçimliydi ki utanmasam orada öpebilirdim.

      Efsane, orada bile melul bakışları ile bana teslim СКАЧАТЬ



<p>17</p>

Кафедрой заведовали: профессор В.М. Евстигнеев (1988-1995).

<p>18</p>

Anaşa: Haşhaştan yapılan zehirli uyuşturucu, afyon.

<p>19</p>

Mihail Gorbaçov: Sovyet Komünist Partisi Merkez Komitesinin son genel sekreteri. İlk ve son Cumhurbaşkanı. (1885-1991)

<p>20</p>

Rusça “benim Afqanım!” anlamında kullanılır.