İki üç gün geçtikten sonra halk düşmanlarının hanımları, çoluk çocukları yaygara çıkarttılar. 1937 yılının Aralık ayında Şakpak Vadisi’nin rüzgârı her tarafı süpürürcesine estiğinde, şiddetli soğuğa karşı göğüs gererek Borandı ilçesinin hapishanesine gittik.
Ayşe beni de götürmüştü. Kurmaş ile Batırhan evde kaldılar. Hapishane dedikleri, etrafında polislerin sardığı at ahırı gibi kerpiçli çadırı olan evmiş. Bundan önce Borandı ilçesinde özel hapishane yokmuş. Çünkü bu ahır gibi yerin etrafını demirlerle kapatmamışlar.
Polis dediğin, üzerinde uzun gri kaput, tepesinde ineğin memesi gibi mahrut şeklinde şapkası olan, soğuk si-malı, ucu sivri mızraklı silahlar tutan insanlarmış. Neden böyle oldukları belli değil ama hepsinin gözleri adeta irinlenmiş, yüzleri morarmış gibiydi. İhtimal, halk düşmanlarına teyakkuz içinde bekçilik ederek gece-gündüz gözleri uyku görmemiştir.
Sadece Mınbulak köyünden değil, diğer taraflardan da bir sürü adam vardı. Demek Jualı ilçesinin halk düşmanları az değildi. Kalabalık, esirleri görmek ve görüşmek için toplanmış.
“Evliya Ata şehrine götürecekler.” dedi birisi fısıldayarak.
“Karasu’ya götürüp öldüreceklermiş.” dedi öteki
“Sibirya’ya sürgüne göndereceklermiş.” dedi beriki.
“Ya Allah! Yar ve yardımcımız ol yarab!” dedi Ayşe.
Böyle söylentiler beş yaşındaki çocuk olan bana çok dokundu, küçücük yüreğimi yakmaya başladı. Hapishaneye sadece bir tane giriş kapısı varmış. Kapıda ise, deve gözü gibi ufak bir delik var. Yüzlerce insan işte bu delikten görüşürmüş. Bir tane gözcüğün ötesinde, bir hayat emaresinin var olduğunu hissediyordum. O delikten parmaklar çıkartıyorlar. Zaten parmaktan başka hiçbir şey çıkamaz. Neden esirler parmaklarını çıkartıyorlar? Parmaklarımızı tanırlar diye mi düşünüyorlar. İnsanı sadece parmaktan nasıl tanırsın ki? Ben Murtaza’nın parmağını tanıyabilecek miydim? Gözlerime yaşlar dolmaya başlamıştı. Ya tanıyamazsam?
Tevkifte olanlar hürriyette yaşayanlara hakaret ediyorlar sanki. Ya da hakaret etmiyorlar ama uygunsuz hareketleri buna benziyordu. Yoksa şu gökyüzü altında duran bizlerden medet dileyerek bir yardım eli mi bekliyorlar? Suya batan kişi son bir kere elini parmağını göstermez miydi? Bunlar da mı öyleydi? Son bir çırpınış. Son bir umut.
Bazen parmak gözükmez olur, yapayalnız bir tanecik göz parlar. Bazen yanar, bazen söner. O zaman tahmin ettiğim gibi esirler, çarçabuk değişerek sıra ile dışardakilere bakarlar.
İçeriden bir gürültü duyuldu. Kalın duvarların ardından sesler, bize açık duyulmuyordu. Belki içerdekiler, kendi eşinin, çocuğunun, anasının, babasının, kardeşinin adını söyleyip bağırıyorlardı. Vedalaşıyorlardı. Fakat bunu anlayan yoktu. Bu seslenmeler, bu vedalaşmalar kulağımıza anlaşılmayan gürültüler şeklinde ulaşıyordu.
“Murtaza burada!” dedi Ayşe birden. Beni elimden çekerek.
“Nerden anladın?” diyorum ben.
“Bilmiyorum.” diyor.
“Gideyim mi?” Ben Ayşe’nin yüzüne dikilerek bakıyordum. O ise, silahlarıyla engelleyerek dimdik duran polisleri izliyordu. Kim ileriye doğru bir adım atarsa, hemen silahıyla göğüsten iter. Hepsi bize doğru bakıyordu. Önümüzde duran uzun boylu, irin gözlü polis sigarayı yakıp başını çevirerek eğildiğinde, ben hızla koşarak hapis kapısının deliğine yetiştim. Fakat kısa boyum yetişemeyince, tabanımı kaldırıp deliğe doğru boynumu uzatarak:
“Baba, babacığım!” diye hüngür hüngür ağladım.
“Murtaza! Murtaza! Oğlun geldi.” diye iç taraftan boğuk bir ses duyuldu.
“Çekilin şöyle! Çekilin, Murtaza geçsin!” Demek Murtaza buradaydı. Bu tek gözlü kapının ardındaydı. Geldi!
“Barshan! Barshan! Sen misin?”
“Evet, babacığım.”
“Arslanım benim.”
“Eve gidelim baba. Ayşe ağlıyor. Ayşe’ye kızma lütfen.”
“Ağlamasın. Şunu al!” Babam bana sarmalanmış bir kâğıdı delikten uzattı. O anda omuzumdan birisi kartal gibi pençeleyerek fırlattı. Ta oradaki kürtün karla kaplanmış çöpün üzerine düştüm. Birileri beni yerimden kaldırarak üzerimi silkeledi. Tavşankulaklı şapkamı temizledi.
“Ağlama, oğlum!”
“Ağlamıyorum ben.” dedim.
Ayşe hemen yetişti. Diz çöküp yüzüme yapışmış karı eliyle temizleyerek yüzümü yüzüne yapıştırdı. Sımsıkı sarıldı. Vücudu tir tir titriyordu. Ağzıma işaret parmağını sokup damağımı yumuşatarak sıvazladı. Bu hareket, korkudan kurtulsun demekmiş.
“Ağlama anneciğim.” dedim teselli ederek. Polisler aniden celallendiler.
“Hadi gidin buradan!” deyip silah dipçiğiyle milletin göğsünden vurarak sıkıştırmaya başladılar.
“Dağılın! Dağılın! Yoksa ateş ederiz.” diye korkuttular. Bir kere de göğe doğru kurşun atıldı. Dumanı çıktı. Halk paniğe düştü. Ejderhadan korkmayan Kazak milleti o anda silah sesinden sonra etrafa yayıldı. Köye döndük. Biraz uzaklaşınca, küçücük avucumda çok sıkı tuttuğum kâğıdı Ayşe’ye uzattım. Ayşe kâğıt sarmasını düzelterek açınca içinden dört tane iğne çıktı. Dikiş makinesinin iğneleriydi. Millet şaşkın şaşkın bakakaldı iğnelere.
“Allah, Allah! Bu iğneleri Murtaza nereden aldı?” dedi birisi.
“Bunda da bir hikmet var?” dedi başkası.
“Ne hikmeti varmış?” diye Ayşe konuştu.
“Geçen Pazar günü çarşıya gitmişti, o zaman satın almış olmalı, unutup cebinde kalmıştır.” dedi. Evimizde Künikey ninemizden kalan Zinger dikiş makinesi vardı. Yolda giderken ağaç dalların üzerinde büzülerek sığırcık kuşları oturuyordu. İnsanların derdine onlar da dertleniyor gibiydi. Kadının birisi:
“Esenlik dolu günler geçsin.” diyerek hüzünlü bir türkü söylemeye başladı. Söylediği türküden ziyade, âh u enînle sızlaması gibiydi.
“Fakat…” diye hemen türküsünü kesti birisi.
“Murtaza’nın iğneyi vermesi de ne? Yine de bunda bir hikmet var.” diye ısrar etti. Ne hikmet olduğu hâlâ belli değil.
PARMAK EMEN BEBEK
Onun doğduğu otuz yedinci yılın yakıcı Temmuzunu zor hatırlarım. Herhalde beş yaşıma geldiğim zamandı. Mınbulak köyünün dere başına alaca çadır evler dikilmişti. Milletin СКАЧАТЬ