Название: Çiğdemleri Solan Bozkır
Автор: Avşar İmdat
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6852-32-7
isbn:
Muhterem, “düürt, düürt” bir iki ses daha çıkardı ama Nusret Hoca’nın istediği sesler değildi. Hocanın gözleri döndü, iyice hiddetlendi:
“Çal ulaaan! Siiiiiii, la sol fa mi re do re siiiiiiiiii….”
“Düdüdüüt, düt, düdüdüt.”
“Olmuyor, olmuyor! Eşek bile…”
“Bunu çalamıyorum hocam.”
“Çalacaksın, çal!”
“Hocam zurna…zurna…”
Muhterem sözünü tamamlayamadı. Nusret Hoca, zurna kelimesini duyunca gözlerindeki mavilikler kayboldu. Çıldırdı, ağzından köpükler saçılıyordu:
“Zurna mı! Zurna mı ! Zurna…!
Elindeki flüt ile Muhterem’in kafası gözü neresi denk gelirse vurmaya başladı. Korkudan sıralarda eridik. Yapıştık sıralara. Kafamızı kaldırıp bakamıyorduk. Flüt, Muhterem’in başında ikiye ayrıldı. Flütün baş tarafı fırladı gitti. Yüzünde tokatlar patlıyordu. Muhterem bir heykel gibi hareketsiz duruyordu. Yanağına patlayan tokatlardan yılmıyor, sadece tokat inerken gözlerini kısıyordu. Hepimizin yüzleri gerilmişti, ağlayacaktık, ağlayamıyorduk. Muhterem’e vurulan tokatlar bizim de yüzümüze iniyordu. Hoca iyice azıttı. Kızlardan biri feryadı basıp ağlamaya başladı. Nusret Hoca birden kendine geldi. Durdu. Şaşkındı. Ne yaptığını bilmiyordu. Donuk mavi gözlerini sınıfa dikti. Burnundan soluyordu. Hiçbirimiz onun gözüne bakamıyorduk…
Muhterem, hocanın gözlerinin içine içine baktı, göz göze geldiler. Muhterem’in sesi boğuk, ağlamaklıydı. Ağlamadı. Boynundaki kravatı çıkardı. Usulca seslendi.
“Öfken geçti mi hocam,”dedi, sıraya doğru yavaş yavaş geldi. Yanıma oturacak sandım. Sıranın kenarına doğru çekildim. Sıranın gözünde bir tane defteri vardı. Eğilip defterini aldı, koltuğunun altına sıkıştırıp sınıfın kapısına doğru yürüdü. Kapıyı yavaşça açtı ve çıktı…
Ertesi gün, sonraki gün… Muhterem bir daha okula gelmedi. O, gömleği olmadığı için kravatı çıplak boynuna takan, düğün çalıp geldiğinde bize keçiboynuzu, kırık leblebi alan, üst sınıftaki çifte belikli kıza uzaktan bakan kara yağız yiğit oğlan yoktu… Sınıf eksik, onun oturduğu sıra garip, mahzundu.
Birkaç hafta sonra… Bir Çarşamba günüydü. Birkaç arkadaş yoğurt pazarında analarımızın yanına dikildik. Yoğurtlar satılacak, biz de harçlığımızı alıp okula gidecektik. Kıştı. Soğuk, ayaz… Muhterem’i gördüm. Sırtında bir çuvalla gidiyordu. Koşup çağırdım arkasından.
“Muhterem, Muhterem!”
Sırtındaki çuvalı indirmeden geriye döndü. Yüzüme baktı. Çuvalın sahibi de durdu. Cevabını bildiğim halde sordum.
“Muhterem okula niye gelmiyorsun?”
Bıyıkları iyice gürleşmişti. Bıyığının altından güldü. Bir cümle çıktı ağzından.
“Sabahın ayazında yüzüne gezdireyim müzük hocanızın!”
Donup kaldım. Yükün sahibi Muhteri’e seslendi:
“Haydi, sallanma oğlum, yürü…”
Umursamaz bir tavırla döndü ve yükünü taşıdığı adamın ardından iki büklüm yürüdü.
Atatürk’ün ilçeye gelişinin yıldönümüydü. Her yıl temsili bir karşılama yapılırdı. Davullar gümbür gümbür dövülür, zurnalar yiğitçe öter, halk o günü yaşıyormuşçasına meydana dökülürdü. Ortaokul öğrencileri, Atatürk heykelinin önünde sıraya dizilmiş bekliyorduk. Okul müdürü, ortalıkta telaşlı telaşlı koşturuyordu. Sıraları bozduğumuzu görünce yanımıza gelip bizi azarladı.
“Peynir kurdu gibi kaynaşmayın lan! Geçin sıranıza, sessiz durun!”
Okul müdürü sıkıntılıydı. Yanındaki Yaşar Hocaya yakınıyordu:
“Olmaz ki Yaşar Bey, vallahi yalvar-yakar zor getirdim Bağrıyanık’ı. -Küstüğüm dağın odunu yakmam- dedi, diretti. Gelmiyordu. Kaymakam Beye rezil olacaktık vallahi. Bağrıyanık’tan başkası da istediğimiz gibi çalamaz ki kardeşim. Yıllardır o çalar törenlerde. Ah, Nusret Hoca! Ne istedin garipten. Yaşar Bey, hatırlar mısın? Zavallı Bağrıyanık, nasıl da hevesle getirmişti oğlanı, okusun diye. Hangi birini söyleyeyim Yaşar Bey, elin İstanbullusu ne bilir bu garip Bozkırı! Burayı Beyoğlu sanıyor canım… Yine de kırmadı bizi, geldi adam… Bağrıyanık’ın yerinde ben olsam, gelmezdim vallahi… Garip bir abdal oğlu, ne bilsin notayı, flütü…”
Nusret Hoca yanımıza geldi az sonra. Beşerli sıraya dizilmiştik. Birkaçımızın elinde kâğıt bayraklar vardı. Nusret Hoca ceketinin düğmelerini iliklemiş, esas duruşta, önümüzdeydi. Onun korkusundan sırayı bozamıyorduk, put gibi bekliyorduk. Az ilerde zurnacı Bağrıyanık ve Muhterem de törenin başlamasını bekliyorlardı. Muhterem ile ara sıra göz göze geliyorduk. Artık özgürdü o, elini kolunu sallayıp bize gülüyordu. Ara sıra, başıyla Nusret Hoca’yı işaret ediyor ardından elindeki zurnayı gösteriyordu. Biz ona bakıp gülüyorduk. Biraz sonra:
“Vurun ustalar! Vurun!” diye bir ses duyuldu.
Atlılar, tören alanına doğru alkışlar arasında ilerliyordu. Davulcular davula gaydasıyla vurmaya başladılar. Bağrıyanık ve Muhterem avurtlarını doldurdular. Zurnaların dilinden bir karşılama havası başladı. Muhterem zurnasını bize karşı tutup var gücüyle üflüyor, Muhterem’in tombul iri elleri zurnanın deliklerini bir kapatıp bir açıyordu. Zurnaların inleyen sesindeki karşılama havası, meydandakilerin gönlünü coşturuyordu. Baba oğlun zurnaları öyle ahenkli ötüyordu ki, Nusret Hoca belki de ilk kez duyduğu bu sese kulak kabarttı. Hemen önünde, Bağrıyanık’ın yanında zurna çalan kara oğlanı iyice süzdü. Sağına soluna baktı ve Yaşar Hoca’nın yanına gelip hayretle sordu.
“Yaşar Bey, şu çocuk, şu, şu, zurna çalanı diyorum. Bizim öğrenci değil miydi?”
“Evet,” dedi Yaşar Hoca.
“Bu çocuk… Bu…”
“Flüt çalamayan oğlan,” dedi, güldü Yaşar Hoca.
Nusret Hocanın gözleri iri iri açıldı.
Muhterem kendini zurnanın sesine vermiş, gözlerini kapatmış, duluklarını şişirip şişirip boşaltıyordu.
Nusret Hoca hayretler içindeydi. Elini ağzına götürdü, gözlerini Muhterem’e dikti. Boş, anlamsız bakıyordu.
Muhterem babasına koşulmuş, aşk ile çalıyordu karşılama havasını…
BAHRİ СКАЧАТЬ