Çiğdemleri Solan Bozkır. Avşar İmdat
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Çiğdemleri Solan Bozkır - Avşar İmdat страница 5

Название: Çiğdemleri Solan Bozkır

Автор: Avşar İmdat

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6852-32-7

isbn:

СКАЧАТЬ aldık ya guzum.”

      “Eşofman ana, eşofman…”

      “İlazımlı bir şey mi? Kaçaymış?

      “Beş…”

      “…Alırık yavrum. Baban haftaya danayı satacak…”

      “Anaa, benim matematik kitabım da yok. Geçen hafta ödevimi yapamadım, öğretmen…”

      “Bıldırkı kitabından çalış oğlum, İdare et bu sene…”

      “Olur mu ana!? Ben orta ikiye geçtim.”

      “Alırık guzum, gaçaymış?”

      “İki buçuk lira.”

      “İki buçuk mu!? Hele şu yoğurdu satalım bir…”

      “Anaa, elişi dersine de mukavva ile uhu lazım.”

      “Hokavva ney, huhu ney gadasını aldığım?”

      “Biri karton, biri de yapıştırıcı ana.”

      “Alırık yavrum, haftaya iki tavuk getiriyim de…”

      “Ana gıız?”

      “Anan gurban olsun, ne ki gadasını aldığım?”

      “Müzik öğretmenimiz de flüt istiyor. Hepsinden önemlisi de flüt. Bir de beş çizgili müzik defteri… Yeni bir müzikçi geldi, flüt getirmeyeni dövüyor ana…”

      “Ben hangi dertten ölüyüm oğlum, hokavva, eşortman, hülüt… Ablana patiska, kanevçe de alacaağam… Hocalarınız da insan halından bilseler ne var? Yoklu mu, yoksul mu diyen yok…”

***

      O çarşamba, analarımızın zihninde bir flüt sorusu kaldı.

      “Hülüt ne ki gadasını aldığım?”

      Yoğurt paralarının bir kısmını, ablalarımızın çeyizlerinden keserek gönülsüzce uzattılar elimize. Hepsi aynı şekilde yakındılar o hafta.

      “Biz uşağı okusun, adam olsun diye mektebe salıyok, hocalar düdük çaldırıyo anam, ben böyle derde ıras gelmedim…”

      Hepimiz analarımızın düdük dediği flütlerden aldık o hafta. Sarı, kırmızı, mavi, beyaz flütleri öttürerek vardık ortaokulun bahçesine.

      Nusret Hoca gelmeden önce ortaokulda müzik hocası yoktu. Müzik ve yabancı dil hocaları olmazdı zaten. Flütü biz de bilmezdik. Nusret Hoca, daha ilk derste flütün ne olduğunu bağırarak öğretti bize. Biz de koşup analarımıza öğrettik…

      Çoğumuz sefil, perişan köy çocuklarıydık. Değiştirmeye gömleğimiz, kazağımız olmazdı. Bazen yollar kapanır gelemezdi analarımız. Haftalarca aynı gömlekle giderdik okula. Yakalarımız kirden ışılardı. Ağabeylerimizden, amca çocuklarından kalma ceketlerin kolu ellerimizi yutar; cepleri dizkapaklarımıza kadar inerdi. Pantolonların beli düşer, elimizin biri, belimizde olurdu hep. Elimizin biriyle pantolonumuzun belini tuttuğumuzdan koşularda yenilirdik. Hoca birimizi tahtaya çıkarsa, resmimize bakar gülerdik. Hep bir şeylerimiz eksik olurdu. Yazılılarda çizgili kâğıt, başlık yazmak için kırmızı kalem, bekâr evinde yağ, teneke sobada tezek, çayımızda şeker…

      Nusret Hoca’nın korkusundan müzik dersine noksansız girerdik. Bir flüt, beş çizgili müzik defteri ve bir türlü ezberleyemediğimiz; ezgisi, sözleri bizden olmayan o tuhaf, soğuk, donuk şarkılar…

      İlçede oturan çocuklar bizden biraz farklıydı. Biz köy çocukları, sürünün içindeki yadırgı koyun gibi seçilirdik onlardan. Kilimcinin Murtaza, Nalbantların Bayram, Nurukâlerin Arif, Kötüköylü Ercan, Karakütüklü Şaban…

      Hangi rüzgâr savurmuştu, hangi tipi sürüp getirmişti bilinmez. Bir de Abdalların Muhterem vardı sınıfımızda. İçimizde en gariban da o idi. Abdallar Mahallesinden gelirdi. Zurnacı Bağrıyanık’ın oğluydu. Meşhur bir zurnacıydı babası. İlçede herkes tanırdı onu. Muhterem’i de tanırlardı. Yaz tatillerinde babasının yanında köylere düğünlere giderdi. Babası gibi o da zurna çalardı. Düğün çalan, meclislerde oturan bu iri yarı abdal oğlu, ilkokulu nerede okumuştu, ortaokula nasıl, niye gelmişti, kimse bilmezdi.

      Muhterem, kara yağız, kavruk tenli, bize göre uzun; boylu poslu bir oğlandı, yanakları tombul, gözleri üzüm karası… Zurna çalan parmakları etli, iriceydi. Aynı sırada otururduk. Ben onun ödevlerini yapardım, o da düğün çalıp geldiği haftalarda bana “kırık leblebi ve keçiboynuzu” alırdı. Bıyıklarımız daha terlememişti bizim. Ama Muhterem birkaç gün tıraş olmadığı zaman bıyıkları belirginleşir, pazartesi günleri İstiklal Marşının ardından hocaların hışmına uğrardı. Bıyıkları yüzünden bazı hocaların hiddetli tokatları çarpardı esmer yanaklarına. Sorguya çekerlerdi onu. Muhterem hep aynı cevapları verirdi. Kesin ve kısa cevaplar….

      “Niye tıraş olmadın lan?”

      “Cilet yok hocam.”

      “Boğazlı kazak giymek yasak demedik mi?”

      “Köyneğim yok hocam.”

      “Ceketin niye yırtık?”

      “Anam yok hocam.”

      “Düğünlerde içiyor muşsun?”

      “Tövbe, vallaha yok hocam…”

      Hiç bir mazereti kabul görmezdi Muhterem’in. Her pazartesi; “pat, pat” iki tokat inerdi tombul yanaklarına. Hiç sarsılmazdı; umursamazdı. Elini bile siper etmezdi yüzüne. Suratını azdırır, hazır ol vaziyetinde bekler, tokadını yer, sakince sırasına geçerdi.

      Sadece jileti, gömleği değil defteri, kalemi, kitabı, eşofmanı, flütü de olmazdı. Dayak yer, aşağılanır, horlanır ama yılmaz, inatla okula gelirdi. Babasını tanıyan, onun bir abdal oğlu olduğunu bilen hocalar pek ses çıkarmazlardı. Hatta teşvik ederlerdi Muhterem’i. Yazılılarda sağa sola bakarak yazmasına karışmazlardı pek. Sınıfı geçmesi için biraz da yüksek not verirlerdi. Ama ilçe dışından gelen, onu tanımayan hocalar, bir zulüm bulutu olur Muhterem’in üzerine yağarlardı.

      “Sözlüye kalk Muhterem.”

      “Efendim hocam.”

      “Anlat bakalım Anzavur ayaklanmasını.”

      “Anzavur, eee, Anzavur....”

      “Otur, BİR!”

      “Tahtaya çık Muhterem.”

      “Buyur hocam.”

      “Oku bakalım kunut duasını.”

      “Allahümme inna… Allahümme inna…”

      “Muhterem, sözlüye kalk bakalım.”

      “Efendim hocam…”

      “Gelmek СКАЧАТЬ