Sadece ana evinde, sadece kendi köyünde çocukluğunla, küçüklüğünle buluşursun. Sadece ana evinde çocukluktan kalan elbiselerin, ayakkabıların, kızak ve başka oyuncakların vardır. Sadece bir cevize, bir elmalı şekere, bir sakıza sevinirsin. Şimdi Audi’ye, Mersedes’e sevinemiyorsun. Şimdi nerede ana evinin, ana koynunun büyüsü? Bir an bile unutulmaz o anlar. Her sabah bir kısa gömlekle yalınayak çıkardın eşiklerin üstüne… İlk önce sen selamlamak isterdin doğan güneşi. Kalaylı bir tepsi gibi parlayan sabah güneşini görmeni bu ağaçlar engellerdi. O ağaçlar nasıl da dallarını, kollarını uzatıp evin üstüne kapanmıştılar. Hele bir ağaç vardı ki, sanki başka yer bulamamıştı da yapraklarıyla evin bacasına sarılmıştı.
Bu köyün manzarasını güzün seyretmek ne kadar da güzeldi. Asmalara üzüm salkımları asılı dururdu. Kara, üzümler, beyaz üzümler, kehribar gibi sarı üzümler… Üzümler ki, güneşin ışığını, rengini alırlar, şekerin, balın tadını alırlar ve görenlerin ağızlarını sulandırırlardı.
Bu ev, bu kapılar, bu üzümler, bu kırlar, bu serin pınar, bu salkım söğütler, bu çiçekler, bu dedenin masalları, bu annenin türküleri, bu köyün âdetleri, gelenekleri, bu… Bunlar senin ana ocağın, ana toprağın, ana yurdun. Unutma! Bu kutsal yere dönmemek mümkün mü?! Hem başka yolu da yok! Nasıl olsun ki! Çünkü sen bu köyde, bu evde ilk sözünü söyledin, ilk adımını attın, okula ilk burada gittin, annene, babana ilk karneni burada getirdin. Bu evde, bu köyde seni tanırlar, bilirler. Yalnız evdekiler, akrabalar değil, komşular da, yabancılar da bilir, tanır seni. Akrabalar, köylüler büyütürler burada insanı. Elinden gelen ne varsa yaparlar. Sen ne zaman iyi, güzel bir iş yapsan sevinirler, gururlanırlar; ne zaman kötü bir iş yapsan gücenirler, üzülürler. Sadece ana ocağında, memlekette değil, uzak illerde, uzak diyarlarda da sizin ilerlemenizi akrabalar, köylüler hep uzaktan seyrediyorlar. Çünkü vatandan daha kıymetli bir şey yok. Belki de o yüzden her insan kendisini akrabalarına, komşularına iyi göstermek için hep çalışmalı…
Sıcak yaz da geldi geçti. Serin sonbahar işe koyuldu. Eylül ayı… Birden hava karardı. Tabiatın beti benzi attı, yeşillikler sarardı… Bir ay daha geçti. Güneş artık arada bir göstermeye başladı o sıcak yüzünü. Yer gök kızardı. Her yer tan yeri gibi kızıl bir renge büründü. Belliydi, bu güzden, bu kızıllıklardan kurtuluş yok. Sadece ağaçların, çiçeklerin yaprakları yanmazdı güzün, gökyüzündeki bulutlar da yanardı. Sarı yapraklar, tıpkı kıvılcımlar gibi bütün dünyayı kapladı. Rüzgâr, yaprakları, kâh koparıyor, kâh çukurlar içine yığıyor, kâh kırlara, bayırlara savuruyor, renkli bir kilim dört yana dağıtıyor. Bulutları da yapraklar gibi örseleyip sürüklüyor rüzgâr. Bulutlar sanki kendilerine gökte yer bulamamış gibi sağa sola kaçışıyorlar. Deli rüzgâr, göğün en yükseğinde bile bulur bulutları. Bulutlar büyük bir korkuyla gece gündüz ağlarlar, durmadan yaş dökerler bu mevsim.
Yalnız bazı günler hava sanki gülümser, güneş parlak yüzüyle şöyle bir bakar dünyaya ama sonra yine uzun bir uykuya dalar, sönüp gider. Sonra bulutlar yine hasta bir kadının taranmamış saçları gibi, bütün gökyüzüne yayılırlar. Gölgeleri yeryüzünü kaplar ve gene gece gündüz ağlarlar, tıpkı bir ananın hasta çocuğunun başında ağladığı gibi.
Kış yaklaştıkça, güneş yeryüzünden uzaklaştıkça, tabiat önce sararır, sonra kararır, zindan gibi koyu bir siyahlık çöker. Tabiat artık sırtındaki rengârenk elbiselerden soyunur. Havanın nefesi günden güne soğur. Tabiatın başına, zülüflerine kırağı düşer. Havanın bakışı donuktur. O zaman sadece, yaşlı çamlar ve taze çam fidanları çıkarmaz yeşil elbiselerini. Çamlar, uzaktan tabiatın ne kadar derin bir uykuya hazırlandığını seyrederler. Onlar da uyurlar kışın, ama elbiselerini soyunmazlar. Çünkü utangaçtır çam ağaçları.
Üzülmeyin çocuklar! Ağlamayın! Tabiat ölmedi. Ölmez! O, dokuz ay çalıştıktan sonra tıpkı biz insanlar gibi yoruldu. Dinlenmek için sonbaharın gelişiyle beraber o da uyumaya başladı. Biz nasıl uyuyoruz akşamdan sabaha kadar. Hadi biz ona ninniler söyleyelim. Annelerimiz bize nasıl ninni söylerdi?
– Tatlı uykular sana tabiat! Uyu rahat rahat! Biz seni hiç uyandırmayacağız! Ee! Ee! E! Biz de artık susacağız, hiç konuşmayacağız. Sen rahat uyu, dinlen. Ee! Ee! e!..
Bir kış sabahı Goguş erkenden kalktı. Dışarı çıkınca gözlerine inanamadı. Akşam dışarıda yağmur çiseliyordu ama şimdi!?
Kapıya çıktığında pırıl pırıl yanan güneşi gördü ama güneş hiç ısıtmıyordu. Yerler bembeyaz karla kaplıydı. Karlar öyle parlıyordu ki güneş ışığı Goguş’un gözlerine yansıyordu. Kara bakamıyordu Goguş. Bütün tabiat bembeyaz bir örtüye bürünmüştü. Dışarıda hava dingindi, hiç rüzgâr yoktu ama soğuktu. O lekesiz beyazlık, o pırıl pırıl güneş insanı sarhoş ediyordu… Dışarıda kuş izlerinden başka hiçbir iz yoktu. Kuş izleri ise karın üzerindeki yıldızlar gibiydi… Goguş, büyük bir şaşkınlıkla, hiç kıpırdamadan kapının önünde durdu. Her tarafın, bütün dünyanın gözleri kamaştıran bembeyaz bir yorganla örtündüğünü gördü.
Goguş birkaç yıllık hayatında böyle bir güzellik daha görmemişti. Dışarı çıkmak istedi, ama eşiğe gelir gelmez durdu. Bu büyülü güzelliği bozmaktan, bu bembeyaz karları lastik ayakkabılarıyla kirletmekten korktu belki de… Çevrede hiçbir ses yoktu. Goguş bu güzelliği seyrediyor, hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmak istemiyordu. O anda sokaktan bir adam geçti. Karlar o adamın ayakları altında gırç gırç sesler çıkarıyordu, adeta kar ağlıyordu. Goguş o beyazlığı, o temizliği kimsenin çiğnemesini, kimsenin kirletmesini istemiyordu. Birden bire her taraf kuş sesleriyle doldu. Bir sürü serçe uçarak dallara kondu. Anlamak çok zordu bu serçeleri. Seviniyorlar mıydı? Yoksa üzülüyorlar mı? Büyük bir şamata kopardılar. Daldan dala uçup konuyorlar, sanki kim daha hızlı uçuyor diye yarışıyorlardı. Zil çaldığında daha öğretmen sınıfa gelmeden önce çocuklar da böyle şımarırlardı. Kapı açılıp öğretmen içeri girince de hepsi susardı. Kuşlar da birden sustular. Sanki öğretmenleri gelmişti. Aşağıdaki ağacın dallarına, nereden geldiyse saksağan gelip kondu. Saksağan, hiç kimseyi beklemeden, hiç kimseye sormadan, hiçbir yere bakmadan, kâğıttan okur gibi okumaya; sanki nasihat etmeye başladı. Sanki bu güzelliği, kışın bu ilk karını kutluyor gibi ötüyordu. Saksağan, bu güzelliği herkesin görmesi, duyması için, söylediklerini her tarafa döne döne sürekli tekrarlıyordu. Serçeler hep beraber cıvıldaşıyor, saksağanın sesini bastırıyorlardı. Saksağan, buna çok öfkelendi. Uçup birkaç metre aşağıdaki ağaca kondu. Serçelerin yanına varıp onlara sert sert baktı, serçeleri sessiz olmaları için uyardı, azarladı.
Saksağan, Goguş’u görünce ona doğru dönüp kuyruğunu sağa sola sallayarak etrafta gördüklerini anlatmaya başladı. Goguş’u, bütün bu güzellikleri kendisinin yaptığına inandırmak istiyordu. Goguş’u inandırmak СКАЧАТЬ